Yaşadığımız coğrafya bir suç coğrafyası. Devlet eliyle ya da devletin azmettirdiği o kadar büyük suçlar işlenmiş ve bu suçlar o kadar cezasız kalmış ki artık insanların bu coğrafyada hukuka ve adalete inançları kalmamış.
Bundan 3 yıl önceye geri dönelim. Türkiye Cumhuriyeti devleti 2021 yılında, İnsan Hakları Eylem Planı’nı açıkladı. İnsan Hakları Eylem Planı çerçevesinde bir takım hukuki iyileştirmeler yapacağı sözünü verdi. Aslında bu sözün ardında Avrupa Birliği tarafından desteklenen bir proje vardı. İnsan Hakları Eylem Planı Avrupa Birliği tarafından düzenlenen Türkiye’ye para karşılığında bedeli ödenen bir hukuki iyileştirmeler planıydı. Peki, gerçekleşti mi? Tabii ki hayır. Aslında hayır demek de gerekmez. Gerçekleşti ama ileriye doğru değil, geriye doğru gerçekleşti.
İnsan Hakları Eylem Planı ile Avrupa Birliği’nden alınan bedel karşılığında verilen sözlerin bazıları şunlardı: Daha güçlü bir insan hakları koruyucu sistemi, yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, kişi özgürlüğü ve güvenliği, kırılgan kesimlerin örneğin sığınmacıların, LGBTİ+ bireylerin ya da kadınların haklarının korunması, özel hayatın güvence altına alınması, hukukun özgürleştirilmesi ve şeffaflık. Şimdi okuduğumuzda eminim hepimizin yüzünde bir gülümseme oluşuyor. Evet, Türkiye Cumhuriyeti devleti Avrupa Birliği’nden aldığı fon karşılığında, bu iyileştirmeleri yapacağı sözünü verdi. Peki, yaptı mı? Tabii ki hayır. Bu iyileştirmeleri yapacağı sözünü vermesinin ardından kadınların büyük bedellerle, büyük mücadelelerle kazandığı Avrupa Birliği Konseyi İstanbul Sözleşmesi’ndeki imzasını geri çekti. Kadınları şiddetin adeta kucağına attı. Öyle ki İstanbul Sözleşmesi’nden imzanın çekilmesinin ardından kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artış son derece açık bir biçimde ortada. Yine çocuk istismarı ve LGBTİ+ bireylere yönelik şiddet yoğunlaştı. Özellikle LGBTİ+ bireylere yönelik bizzat devlet tarafından nefret dili örgütlendi, şiddet desteklendi. Oysaki İnsan Hakları Eylem Planı’nda devlet açıkça kırılgan grupların insan haklarını koruyacağına söz vermişti.
Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğundan bu yana bir hukuk devleti olmadı. Yok saymak istediği kesimlere ya da yok etmek istediği kesimlere karşı her zaman farklı bir hukuk uyguladı. Örneğin Kürdistan, Cumhuriyet’ten bu yana ayrı bir hukukla yönetildi ve yönetilmeye devam ediyor.
Geçtiğimiz hafta Diyarbakır’daydık. İnsan Hakları Derneği olarak, hem MYK toplantımızı gerçekleştirdik hem de cezaevinden tahliye edilen milletvekilleri Ayla Akat Ata ve Gültan Kışanak’ı ziyaret ettik. Ayrıca bir önceki dönem Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanı olan ve yeni tahliye edilen Hülya Alökmen’i de ziyaret ettik. Onlarla konuştuğumuzda bir kez daha yapılan haksızlığın, hukuksuzluğun bilincine bir kez daha varırken aslında cezaevinden ne kadar güçlenerek çıktıklarına da şahitlik ettik. Hiç birinde yorgunluk ifadesi, bir yılgınlık ifadesi yoktu. Tam tersine inandıkları mücadeleye, Kürt halkının haklı mücadelesine, insan haklarına olan bağlılıklarını bir kez daha dile getirirken son derece güçlüydüler. En çok konuştuğumuz konulardan biri de Diyarbakır’da dans eden insanlara saldıran, Burger restoranlarına saldıran, sitelerdeki havuzların bulunduğu alanlara girip kadınlara saldıran, onları engellemeye çalışan siyasal İslamcı güçlerdi. Kürt halkı bu güçleri son derece yakından tanıyor. Özellikle 90’lı yıllarda Kürdistan’da işlenen bütün cinayetlerde özellikle devlet desteğindeki Hizbullah’ın nasıl tetikçi olarak kullanıldığını hepimiz bilmekteyiz. Kaldı ki bu saldırıları yapan insanlar, orada bulunan insanlara açıkça “ağa babalarınızı öldürdük mezarlarının yeri bile belli değil, sizi de öldürürüz” diye rahatça tehdit edebiliyorlardı. Bu gerçekten Türkiye Cumhuriyeti devleti sınırları içinde devlet tarafından korunan bazı güçlerin insan öldürmekte nasıl da kendilerini özgür hissettiklerinin en somut kanıtıydı.
Bu yazının yazıldığı saatler, Ülkü Ocakları eski başkanı olan Sinan Ateş’in yine Ülkü Ocakları tarafından örgütlenen bir cinayet sonucu öldürülmesi davasının ilk duruşmasının olduğu saatler. Burada bu davada son derece etkili olduğu hatta azmettirici konumda bazı kişilerin mensubu olduğu MHP’nin -davadan zarar gören- olarak, davaya müdahil olmak- talebinde bulunduğunu öğrendiğimizde trajikomik bir durumla daha karşılaşmış olduk.
Bizler Ülkü Ocakları’nın karıştığı çok sayıda cinayeti son derece yakından bilen insanlarız. Devletin savcısına dahi tetik çeken ve bundan dolayı yargılanmayı, cezalandırılmayı bırakın ardından milletvekili olan insanların olduğu bir coğrafya burası. Ülkü Ocakları bu coğrafyada en korunaklı biçimde suç işleyen bir şiddet örgütü. İşte bütün bunları düşündüğümüzde bir taraftan da 2021 yılında Avrupa Birliği fonları sonucunda açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı’yla karşılaştırdığımızda gerçekten gülünecek durumda bir yerde olduğumuzu daha doğrusu bir distopyada yaşadığımızı bir kez daha çok net şekilde anlamaktayız.
Evet, bir distopya burası. 2024 yılında dünyada tüm bilginin çok rahat her tarafa ulaştığı, sosyal medya gibi büyük bir araçla her şeyden anında haber alındığı bir dönemde bu kadar kolay cinayet işlenebilen bir coğrafya burası.
Evet. Bir distopya burası…