Mücadele tarihi oldukça köklü, oldukça zengin deneyimlerle örülü topraklarda yaşıyoruz. Her ayın her yılın ayrı bir anlam kazandığı, tarihten gelerek bugüne ve geleceğe uzandığı topraklarda… İnsanın bıçak yarası kıvamında sızılarla; gururu, coşkuyu, umudu bir arada yaşadığı sayısız hikayesi olan bu tarihte haziran da tıpkı mayıs ya da diğer aylar gibi karanfil gürültüsüyle açılır önümüzde.
Toplumsal ilişkilerin hareket ve devinimi, doğanınkilerle birebir benzeşmez. Ama sınıf mücadelesinde öyle anlar vardır ki, onları en iyi doğanın bazı hareketlerinin imgesel ifadesi tarif eder. Bu imgesel benzeşmeler karanfil gürültüsünü de şairin “Adı narçiçeği ki suçu patlamak/Birdenbire güneşe haykırmak/Ve güneş diliyle kıpkızıl çoğalmak” dizelerini de “kasımpatılar gibi acı kokmayı” da inatçı sardunyaların çılgınca çoğalışını da duyumsatır insana.
Direniş ve mücadele hafızamızın saymakla bitmeyecek simgesel anlamlarıyla doludur Haziran… 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi de Mayıs’ta başlayıp Haziran’a devreden Gezi, nam-ı diğer Mayıs-Haziran Direnişi de vardır bu ayda. Yüreğindeki cevheri kavgasına katık eden Hüseyin Cevahir de var, 12 Eylül askeri faşist cuntasının zindanlardan dışarıya yayarak koyulaştırmaya çalıştığı teslimiyete karşı ‘84 Metris Ölüm Orucu’nun alev soluğu, karanfil kızıllığı da… Zilan’da simgeleşen bir eşiği atlama irade ve cesareti de var, Deniz Poyraz’da somutlaşan Kürt halkının tarihsel kazanımlarına yönelik düşmanlığın en kalleşçe biçimi de… Şenyaşar Ailesi’nin vahşice katledilmesinden türeyip sabrı ve inadıyla tarihe kazınan “adalet” mücadelesi ve daha pek çok anlam ve değerle dokunmuştur Haziran.
Her biri farklı yıllarda ve farklı mecralarda vücut bulan bu simgesel ifadelerin hepsi bizim sığınağımız, beslenme damarlarımız, her dara düştüğümüzde dönüp dönüp bakarak güç aldığımız kaynaklarımızdır.
Bu ayın en tipik özelliği hayatın doğal-rutin akışını bozan büyük toplumsal olayların “bir anda” ortaya çıkıvermesidir. Her birinin bir öncesi, biriktirdikleri olmakla birlikte bazıları özelikle yaşandıkları o kesitlerde sanki gökten şimşek çakarcasına bir anda oluvermiş gibi gelir insana.
15-16 Haziran büyük işçi direnişi böyledir mesela. Öncesi bir yana daha 1960’larda hatta ‘50’lerde başlayan sınıf olma sancısının, arayış ve çabasının bir anda baharın yaza evrildiği o çılgın renklerle dile gelmesi gibidir o da. Dünyadaki genel ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelelerinden bağımsız olmadığı gibi, bu topraklardaki genel toplumsal atmosferden, sınıf dengelerinden, bu toplam içinden biriken deneyim ve arayışlardan da bağımsız değildir, ama sanki bir anda oluvermiş gibidir.
Dünyanın hemen her yerinde tarihin sonraki aşamalarına, koşul ve dengelerine ışık salan unutulmaz anlar vardır. Bu topraklarda bunun başta gelenlerinden biridir 15-16 Haziran Direnişi. Türkiye işçi sınıfının bir sınıf olma özgüveni kazandığı tarihsel dönüm noktalarından biri olarak birçok gerçeği aynı anda bağrında taşır.
Üzerinden 54 yıl geçmesine rağmen dönüp dönüp anlamaya çalıştığımız, bugünü oradan çıkardığımız dersler ve aldığımız güçle yeniden yeniden irdelediğimiz bir çıpa gibidir halen. Nasıl gelişti, öncesinde neler yaşandı, yaşandığı anda hasmı hangi araç ve yöntemlerle ondaki ruhu emmeye, sindirmeye çalıştı, sınıf mücadelesinin temel yasaları nasıl vücut buldu, bugünkü durumla kıyasladığımızda hangi derslerle yolumuzu aydınlattığı gibi sayısız soruyla o halen ışığı sönmeyen ve ulaşılmayı bekleyen bir yıldız gibi gelir insana.
Bugün dönüp baktığımızda koşullar çok farklı gibidir, öyledir gerçekten… Dünyanın geneli için böyledir bu. Ama gerek sendikal gerekse siyasal anlamda en örgütsüz olunan, pek çok aracın artık miadını doldurduğu halde yerlerine ortaya çıkan gerçekliğe uygun yeni araçların ikame edilemediği bu dönemde bile Gezi’nin, Metal Fırtına’nın yaşandığı bu toprakların mücadele bereketinin bitmeyeceğini hatırlatır.
Cumhuriyet’in kuruluşundaki temel kodlardan biri Kürt korkusu, diğeri yoksul köylülük isyanlarıysa üçüncüsü de işçi sınıfı, dolayısıyla komünizm korkusudur. Daha kurulur kurulmaz ilk yapılan işlerden biri grev ve örgütlenme hakkının gaspı ve zorla çalıştırma da dahil vahşi bir sömürü rejiminin kurulmasıdır. Bu rejimle yaklaşık 40 yıllık bir suskunluk dönemi yaşamıştır işçi sınıfı. Ancak o koyu baskı koşullarında bile sınıf içindeki hareketlilik gerek bireysel gerekse hedefsiz de olsa grupsal tepkiler biçiminde var olmuştur.
Dünyanın değişen çehresinin etkilerinin bu topraklarda da hissedildiği koşullarda on yıllara dayanan acımasız sömürü biçimlerine karşı biriken tepkiler de daha açık, daha örgütlü biçimlerle yüzeye çıkmıştır. ‘52’de emperyalist işbölümü ve sosyalist kampa karşı kapitalist kampı güçlendirme yaklaşımının bir sonucu olarak Türk-İş’in kuruluşu da aynı zamanda sınıf içinde biriken öfkenin kontrolünü hedefler. Ruhunu daha baştan grev hakkına tutum almakla ifşa eden düzen sendikası Türk-İş, büyük proleterleşme dalgasının yaşanıp sanayileşmenin sıçramalı bir seyir izlediği koşullarda işçiler için hızla anlamsızlaşabilmiştir. Bu, dünyadaki genel atmosfer ve kendi bağrında biriken dinamiklerle yeni bir mücadele tarzı ve sendikal örgütlenme biçimi yaratma yönelimi olarak açığa çıkmıştır. İşçi sınıfı daha 1961’den başlayarak bu birikim ve arayışları eylemli biçimde göstermiştir.
Öncesi bir yana ‘61 Anayasası’na grev hakkını koyduran Saraçhane Mitingi, sessiz yürüyüşler, oturma biçimindeki protestolar, sakal bırakma eylemleri, yemek boykotları ve çeşitli direniş biçimleriyle işçi sınıfı Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından baskı ve zorbalıkla engellenen örgütlenme ve grev hakkını söke söke alıp bir sınıf vasfı kazanacağı eylemli bir yönelime girdi. Kavel bu arayışın kapısını açmış, grev hakkının işgal ve fiili grevle sökülüp alınacağı sürecin sıçrama noktası niteliği kazanmıştır.
Arkası başka işgaller ve direnişlerle gelen bu sürecin doruk noktası 15-16 Haziran olmuştur. İşçilerin “biz” olabildikleri ve bu “bizden” gurur duydukları o yılların belki de en önemli sonucu büyük olayların irili ufaklı pek çok direniş, karşı koyuş içinde mayalanan ve bu mayayı birleşik bir hatta buluşturacak öncü müdahalelerle ileri noktalara taşınarak yaratıldığıdır. Birçok tarihsel gelişme gibi 15-16 Haziran da bir anda olup bitmedi. Tıpkı Gezi gibi, tıpkı bu direnişler içinde şekillenen ve bu direnişlere renk ve kıvam kazandıran devrimciler, öncü-örgütlü güçler gibi.
Bu açılardan nerden bakarsak bakalım 15-16 Haziran Direnişi, bir dönemin ruhu gibidir. Kapitalizmin sıçramalı gelişmesiyle büyük bir proleterleşme dalgasının iç içe geçtiği, köyden kente göçle şekillenen işçi sınıfının bir sınıf olma vasfı kazanamadığı ama gerek dünyadaki devrimci dalgadan gerekse bu topraklarda filizlenen sosyalizm-devrim fikrinden etkilendiği yıllarda mayalanan bir direniştir bu.
Gözlerinizin fotoğrafındaki gözlerine temas ettiği her anda onun bugünden, bugünün ilişkileri içinden değil gelecekten, başka bir dünyadan bakan temizliğini ve duruluğunu hissettiğiniz Mehmet Fatih Öktülmüş gibi. Gittiği her yerde sınıfın örgütlenmesi için bütün yetenek ve birikimlerini seferber eden Fatih gibi unutulmaz devrim önderlerinin bıraktığı yerden ilerleyerek bugünün dağınık, örgütsüz, ama yolunu arayan sınıf hareketine de yol açabilir, yeni 15-16 Haziranlar yaratabiliriz.
Haziran’ı karanfil solukları, narçiçekleri, leylak renkleri, fesleğenler sardunyalar kadar doludizgin bir mücadele simgesine-imgesine dönüştüren tüm devrim yapıcılarına, kurucularına, amelelerine selam olsun…