Önce güleceğiniz bir anekdotla yazıya başlayayım:
15-16 Haziran işçi ayaklanması Sıkıyönetim’le bastırılmıştı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, Genel Sekreter Şinasi Kaya, Kemal Sülker ve bazı DİSK yöneticileri ile Sungurlar, Otosan ve diğer fabrikalardan işçiler tutuklanmıştı. Ben de Sungurlar işçileriyle Maltepe Zırhlı Tugay hapishanesinde aynı koğuşta yatıyordum.
Bir gün gazetelerde TİP’den ayrıldıktan sonra TBMM’de bağımsız Milletvekili olarak bulunan Mehmet Ali Aybar’ın mecliste yaptığı konuşmada -aynen değil, aklımda kaldığına göre mealen söylüyorum- “işçilerin arasına provokatörler karışmıştı, bunlardan birisi işçi kılığına girmiş, bir kamyonun üstünden işçileri Alibeyköy Elektrik santraline yönlendirmek için konuşuyordu” dediği yayınlanmıştı.
Sözünü ettiği provokatör, kafasında Oerlikon markalı kep bulunan kişi bendim. Aybar kamyonun üstünde konuşanın Veysi olduğunu elbette bilemezdi. Bilse böyle bir yakıştırma yapmazdı. Beni 1963 yılından beri yakından tanıyordu. Ona “resimde gördüğün kişi işçi değil, talebe” denmiş, o da bu talebe olsa olsa provokatör olur diye düşünmüştü.
Hadise neydi?
16 Haziran 1970. Alibeyköy’deyiz. Güneşin batmasına az bir zaman kalmış. Özellikle Sungurlar Kazan Fabrikası işçilerinin kitlesel katıldığı yürüyüşlerden birindeyiz. Dev-Gençli birkaç arkadaş işçileri Beyazıt Meydanı’na yönlendirmeye çalışıyor. Biz ise, Kemal Türkler’in 14 Haziran günü yaptığı konuşmada, bize aktarıldığına göre “kamyonlara, vapurlara, elektrik santrallerine el koyulacak” dediğini biliyoruz. O nedenle ben kamyonun üstüne çıktım. İşçilerin başını, yakından tanıdığım Boşnak Bekir çekiyordu. Ona bağırdım: Santrale gidiyoruz”! Bekir işçilerin yönünü Alibeyköy Elektrik Santraline çevirdi. Yürüdük. Santrali susturursak, eylemlere katılmayan çevredeki tüm fabrikaların duracağını sanıyorduk. Oysa diğer santraller devreye girermiş. Santralde de diğer fabrikalardaki gibi yüzlerce işçiyi şarttelleri indirip eyleme katacaktık. Yüzlerce işçi yokmuş. Sonradan bir eylem planlanırken hedefi en iyi şekilde analiz etmenin gerekliliğini bu cahilce eylememizden çıkardığımız dersle anladık.
Binlerce işçiyle Santrale ulaştık. Etrafı dikenli tellerle çevrili santrale girdik. Biz yüzlerce işçinin bizi karşılayacağını sanırken, on onbeş işçi, belki daha azı dışarı çıktı. Üstelik santral bahçesine girdiğimiz için etrafımız dikenli tellerle sarılmıştı. Bekir’e “hızla dışarı çıkalım” dedim. Santrali susturmaya bile zaman harcamadan orayı terk ettik. Az sonra da askeri birlik santrali bastı. Kimseyi bulamadı. Santral işçilerinden bir teki bile tutuklanmadı. Santrale yürümek provokasyon değilmiş demek ki.
O gece Sıkıyönetim ilan edildi. İşçi sınıfı iki günlük ayaklanmadan sonra DİSK’in çağrısıyla eylemlerine son verdi.
O zamanlar ben ve bir grup arkadaş, TİP’de, sonradan, etrafında örgütlendiğimiz derginin isminden dolayı Partizan grubu diye adlandırılan bir fraksiyon kurmuştuk. TİP’in legalist-parlamentarist çizgisine, bu çizgiyle çelişen doğrudan Sosyalist Devrim stratejisine itiraz ediyorduk. Aynı zamanda Mihri Belli’nin “devrimde işçi sınıfının değil de asker-sivil aydın zümrenin öncülük edeceği MDD” görüşüne ve gençlik hareketi içindeki MDD’ci, “cuntacı” eğilimlerede karşı çıkıyorduk. TİP’in o yılda yapılan İstanbul kongresinde kendimize yakın gördüğümüz Mahir Çayan grubunu desteklemiş, ancak kongre sırasında Behice Boran’a karşı, yıllar sonra CHP’ye katılan kimilerinin saldırgan tutumu nedeniyle kongreyi terketmiştik. 15/16 Haziran ayaklanmasının bizim çizgimizi doğruladığını düşünüyorduk.
Sıkıyönetim ilan edildikten hemen sonra, son bir çabayla işçileri fabrikalarında direnmeye, fabrikaları işgal etmeye çağırdık. Ama en küçük bir etkimiz olamadı. DİSK’in eylemleri durdurma çağrısı ve milliyetçi etkiler işçileri ordunun karşısında durdurdu. “Ordu işçi el ele milli cepheye” sloganları da işçi sınıfının bilinç bakımından geri kesimlerini etkilemişti.
İki günlük işçi ayaklanması bize ne göstermişti?
Eğer o günlerde bizim gibi düşünenlerin işçi sınıfı saflarındaki örgütlenme çizgisiyle, THKP-C’nin öncü savaşçı çizgisi birleşseydi iki günlük ayaklanma ne Sıkıyönetim ilanıyla, ne DİSK’in çağrısıyla, ne de “Ordu işçi el ele” saptırmasıyla sonuçlanmaz, daha ileri hedeflere doğru gelişirdi.
İkinci önemli ders, devletin devrimci gelişmeyi bizlerden çok daha iyi gördüğüdür. İkinci gün sıkıyönetim ilan ettikten hemen sonra, o şartlarda baskıyı daha fazla arttırmanın başlarına iş açacağını gördüler. “Ayaklanmacı” sıfatıyla bizleri hapse atanlar üç-dört ay içinde herkesi serbest bıraktılar ve aynı zamanda ayaklanmaya neden olan sendikaları tasfiye yasasını hızla geri çektiler. Devrimci eylem bu “reformist” yolla bir süreliğine durduruldu. Devlet ayaklanmanın rövanşına hazırlandı. Haziran ayaklanmasından 12 Mart darbesine kadar geçen dönemde biz işçi sınıfı içinde örgütlenmeye devam ettik; Sungurlar ve Günterm Kazan fabrikalarında, Derby ve Gislavet Lastik fabrikalarında, Tekel’de başında bu fabrikalarda çalışan işçilerin bulunduğu Gerçek, Ortak isimli fabrika gazetelerini çıkarmaya başladık. Ancak işin henüz başındaydık. MDD tezinden ayrılan ve öncü savaşa yönelen Dev-Genç kökenli örgütler iktidarı sarsan eylemlere giriştiler. Onlar bizden kıyaslanmaz ölçüde güçlüydüler, ama onlar da işin başındaydı. Biz silahsızdık, onlar işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli kesimlerinden uzaktılar. Ve hepimiz giderek, özellikle DDKO’nun etkisiyle kısmen Kürt sorununa duyarlı konumlardaydık. Ne var ki henüz devrimci sürecin Kürdistan’a kayacağı öngörüsüne sahip değildik. Yine de eğer biz öz savunma bilincinde olsaydık, Dev-Gençliler de işçi sınıfı içinde örgütlenmeye ağırlık verseydi, Haziran ayaklanmasından 12 Mart darbesine kadar önümüzde uzanan dokuz aylık dönemi parçalanmış halde harcamasaydık, ve kimi Dev-Genç saflarında, ordu içinde devrimci bir cuntayla işbirliği eğilimleri olmasaydı, daha sonra 12 Eylül faşizminin ilk adımı olan 12 Mart darbesi belki önlenebilirdi.
Partizan Dergisinde 9 Mart darbesinin beklendiği ve devletin 12 Mart darbesine hazırlandığı günlerde şu manşeti atmıştık: Ya devrim ya da karşı devrim, “tarafsız” devrime yer yok. 9 Marttan söz ediyorduk.
Ayaklanmanın yıldönümünde bu dersler hala önemlidir.