İnsanlar artık yaşamıyor, tekrarların cehenneminde ancak cennet ihtimaline vurgun yaşıyor. Durup düşününce; tarih ve coğrafya, matematik ve icatlarla tarih sayfaları çevrilmiş, gelen geçen de satır satır okumuş. Sonrası vahim bir yerküre serüveni. Birileri doğru hatırlıyor, birileri de yanlış anlatıyor. Dünya artık yaşayanın değil konuşanındır, geri kalan herkes bir hatıra silsilesinde savrulandır.
Eskilerin haytalıkları, serserilikleri, aşkları, aşksızlıkları birer serap gibi görünüyor artık. Bazen de uzak bir ülkenin sersemliğinde bir rüyanın hasretinde kendini gösteriyor. İlklerin kaybolması, sonların buhar olup bulantılar yaratması, kaderi değil kederi çağırıyor. Yanlış yazılan bir hayat, doğru yaşamaya badireler sıralıyor. Kabahatli herkes ve dünyaya uzaktan bakınca her yaşayan şeyleşmenin girdabında kayboluyor.
Çarpıtma çağında her şey mübah. Anılar, kavramlar, anımsamalar, anlatılar, kan ve gözyaşı ve daha neler neler. Zaten çarpmalar, bölmeler, çıkarmalar, toplamalar, hepsi birer rakam. İnsan ve hayvan, sayılarla biliniyor, bilinmezlik hükmünü sürdürüyor. Ölenlerin hatırası ile yaşayanların serüveni yanlışların hedef tahtası.
Çöl rüzgârı ya da kar fırtınası, herkesi kaybetmeye teşne. Dünyanın sonu dünyanın başında yazıldı, gelen herkes de okudu. Sonra başkası duydu ve silinenlerin gerçeği uzak bir vuslat olarak kaldı. Biz de yaşadıklarımızın ve yaşayamadıklarımızın orta yerinde kalakaldık. Sürgün dedik, ceza dedik, bedel dedik; kendimize bu dünyada yalnızlığı layık gördük. Ötesini düşlemekmiş, yine gitmekmiş, tekrar dönmekmiş; gittik de döndük de nafile kaldı her şey diye bir nida kaldı yüreğimizde.
Hayatın zamanla kıyaslanması, insanın kendini hem heder hem hedef göstermesi yaşamanın adını değiştirdi, artık lakaplarla anılıyor dünya. Kendimize çemberler, duvarlar, ablukalar aradık ve bulduğumuz her şeyin dibinde ağlamayı yetenek saydık. Baştan başlayıp her şeyi yeniden saydık ve hayatın sayılardan büyük olduğu dehşetinden aynalarda kendimize bakmaktan utandık.
Savaşmanın da barışmanın da adı değişti ve insanları değiştirdi. İnsan dünyayı değiştirecekken kendisi değişti ve bir daha kendisine varacak yolu bulamadı. Başlangıçlar kaybolmadı, mezar oldu insana. Sonlar görülmeden bir başkasına gölge oldu. Eksik yaşamak bir sitemdi, hiç yaşamamak bir sistem oldu. Burası dünya ve öyle ki dönmekten vazgeçemiyor.
Erozyonlar, depremler, fırtınalar, savaşlar, kabuslar, ayrılıklar birbirinden ayrı düşmüyor burada. Dünya bir evmiş eskiden, bugünlerde bir mayın tarlası. Herkes evinden kaçıp başka yerlerde kıyameti arıyor ve dünya bizim değil, birilerinin. Kovulduğumuz her yerde birer oyuk olduk ve sakladığımız her şeyde sığ derinlikler açtık.
Çıt çıkarmayan acılar insandan dünyaya yayılıyor elbet ve birer bumerang olacak diye bir efsane dilden dile dolaşıyor ve gittiği her yerde kulaktan kulağa yayılacak: Kehanet değil gidişat, hurafe değil olan bitendir.
Yalanlar yayılır ama gerçekler de doğurur kendini. Teselli değil bu, dünyanın tasavvuru bu. Yeter ki o meşhur efsaneyi unutmadan yaşayalım. Dağlardan uğultular geliyor, yalanı ve yanlışı birbirinden söküp atıyor. Zaten biz dağlara bakıp ovalarda, sokaklarda ve meydanlarda konuşmaya başladık. Cüretimiz de kudretimiz de haybeden değil, canlı ve kanlıdır. Görene ve bilene bitimsiz bir yol uzanır; şükürler olsun.
Haftanın kitap önerisi: Şule S. Çiltaş, Cunta Kızı / İletişim Yayınları