Şu aralar, hayatlarında kayığa bile binmemiş olanlar, Türk askeri-sınai kompleksinin tersanelerinde inşa edilen savaş gemilerini tenezzüh gemileri sanıyor ve adeta bu gemilerde seyahat etmek için kuyruğa girmişçesine gemilerin kızaklardan kaydırılmasını, bu defa şampanya şişesini kırarak değil de, içinde sahte zemzem suyu olan şişeler kırılırken, avuçları patlarcasına alkışlıyorlar.
Konu güncel. Kısaca bakalım.
TCG Anadolu adlı gemi, Türk kamuoyuna “uçak gemisi” olarak tanıtıldı. Güverte pistinde savaş uçakları değil, helikopterler ve SİHA’lar mevzilendirilmişti. Uçak falan yoktu. Gemi klasik bir amfibi, yani karaya çıkartma gemisiydi.
Şimdi de Savaş Bakanı Güler “asıl uçak gemisini dizayn ettiklerini” açıkladı.
Uçak gemisi nedir?
Savunma silahı değildir. Saldırı silahıdır. Kendi karasularında değil, açık denizlerde ve çıkartma yapacağı devletlerin karasularında kullanılmak amacıyla üretilir.
Kıbrıs’ın işgal edildiği dönemde Türk devleti yakın mesafeli Yunan Adalarına çıkartma amaçlı ufak gemilerin inşasına başlamıştı. Bu çıkartma gemileri askeri açıdan stratejik öneme sahip değildi.
Uçak Gemileri ise stratejik öneme sahiptir. Bu gemiler deniz savaşlarından çok, karadan istila savaşlarında en büyük rolü oynar. Binlerce piyade, yüzlerce tank, top ve uçak taşır.
İngiltere’nin, Fransa’nın, hatta Çin ve Rusya’nın birer adet uçak gemisi varken, Türk devletinin ekonomik çöküntü içinde bulunduğu şu dönemde bir uçak gemisi inşa etmesi, Üçüncü Dünya Savaşı’nda şimdikinden farklı bir rol oynamaya hazırlandığının işaretidir.
Türk uçak gemisi, küresel güçlerle yarış maksadıyla değil, savunma sistemleri küresellere göre daha zayıf olan devletleri hedef alıyor.
Kimin safında?
Modernize edilmiş F16’larla ilgili ABD ile Türkiye arasında yapıldığı söylenen anlaşmaya bakılırsa, Türk uçak gemisi F16’larla teçhiz edilecektir. Amerikan uçaklarının Türk uçak gemisine konuşlandırılacak olması Türk devletinin yeni aşamaya tırmanan dünya savaşında NATO saflarında yer alacağını gösteriyor. ABD Türkiye’yi Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi yeniden Ortadoğu’da, Basra Körfezi’nde, Karadeniz’de ve Kafkasya’da NATO’nun güvenilir vurucu gücü haline getirmek için sistemli bir operasyon yürütüyor.
O halde üçüncü emperyalist savaşın özgün karakterine bir kere daha bakalım.
Burada bir iki aylık bir operasyon ve hazırlıktan söz etmiyorum. NATO’nun stratejik bir dönem boyunca yöneldiği hedeften söz ediyorum. Henüz dünya savaşının ilk aşamasındayız. Bu savaş birinci ve ikinci savaşlardan farklı olarak bir gün içinde başlayıp, dört beş yıl içinde sona erecek olan bir savaş değil. “Süreç içinde emperyalist dünya savaşıdır.” Bu savaşın topyekün bir savaş haline gelmesini önleyen faktör küreseller arasındaki nükleer stratejik dengedir. Aynı zamanda bu devletler “sırça köşkte” oturuyor ve çağdaş konvansiyonel silahlar bu sırça köşkleri, mesela nükleer santrallere tek bir roket atarak yok edecek kudrettedir.
Buna karşılık bu savaşın sınırlı bölgelerde başlayıp ve yıllardır sürmesine imkan veren faktör, bu bölgelerdeki devletlerin birbirlerine karşı bölgesel hegemonya amaçlı bölgesel emperyalist savaşlara kalkışma aşamasına girmiş olmalarıdır. Seyrek olarak kullandığım “vekalet savaşları” terimini de izninizle eleştireyim. “Vekalet savaşları” terimi bölge devletlerini vaktiyle sömürge ve bağımlı ülkeler gibi pasif ve basit “uydu” devletler olarak gören ve büyük emperyalist devletler tarafından birbiriyle savaşa itildiğini sananların uydurduğu bir terimdir. Günümüzde küresel güçler arasındaki çelişkilerle, bölgesel emperyalist güçler arasındaki çelişkiler içiçe geçmiş bulunuyor. Bölgesel devletler birbirleriyle hegemonya kavgası verirken küreseller bu kavgalardan yararlanıyor. Bölgesel emperyalist devletler de birbirlerine karşı savaşta küresel emperyalistlerin birbirleriyle kavgasından, bunlardan birinin desteğini alarak yararlanıyor. “Vekalet savaşları” teorisi bölgesel emperyalist devletlerin devrimci güçlerini kendi hakim sınıflarıyla küresel emperyalizme karşı sınıf işbirliğine razı etme teorisidir. Oysa günümüzün gerçekliği şudur: Küresel güçler dünya pazarlarını, bölgesel güçler bölge pazarlarını paylaşmak için birbirleriyle (küreseller dolaylı yoldan, bölgeseller doğrudan) savaş halindedirler.
Buradan çıkan politik sonuç şudur: Türkiye’de, İran’da, Irak’ta, Ürdün’de ve savaşa şu ya da bu ölçüde bulaşan bütün bölge devletlerinde devrimciler mücadelenin sivri ucunu kendi ülkelerindeki emperyalist, yayılmacı, militarist güçlere karşı yöneltmelidirler. Örneğin eğer her ülkenin devrimcileri böyle yapar ve Öcalan özgürlüğüne kavuştuğu ve Kürt ulusal birliği gerçekleştiği gün, Konfederal devrimci mücadele amaçlarına ulaşabilirse, Ortadoğu’nun merkezinde yer alan ve esas savaş faktörü olan dört sömürgeci devlet, Türkiye, İran, Irak ve Suriye o anda barış cephesine katılır ve ne Rusya, ne de Amerika bu devletlerin arasındaki çelişkilerden yararlanarak birbirleriyle Ortadoğu’da “gölge boksu” yapamaz. Böyle değil de bu devletlerdeki devrimciler kendi devletlerine karşı rakip bölgesel devleti destekleyen “dış güce” karşı “anti-emperyalizm” bayrağını açtıklarında, kaçınılmaz olarak kendi devletlerini destekleyen küresel emperyalist devleti desteklemiş ve sonuçta anti-emperyalist değil, “sosyal emperyalist” olmuş olurlar. Göreceksiniz, NATO’ya kapılanma süreci derinleşsin, bugünün ABD düşmanı ulusalcılar, yeniden “Moskoflara” karşı Türk ordusunu destekleme adına Amerikan ordusuna çavuş olarak yazılacaklardır.
Sonuç olarak iktidarın inşa ettiği uçak gemisinin Türkiye’yi savunma amaçlı olmadığını, dünya savaşının yeni aşamasına dönük tehlikeli bir hazırlık olduğunu, gelecekte bu gemiye yüklenecek binlerce piyadeyle, yüzlerce tank ve uçakla ABD desteğinde İran’a karşı Basra’da mevzilenme ihtimalini ve böyle olursa Rusya’nın desteğinde İran’ın da Türkiye’ye karşı harekete geçeceğini, böyle bir savaşın her iki ülkeyi harabeye çevireceğini, küresellerin ise sattıkları silahların parasıyla mutlu olacağını asla küçümsemeyelim. O nedenle Türk ekonomisinde büyük rol oynayan askeri-sınai kompleksin oligarklarına ve bu oligarkların egemen olduğu devlet iktidarına karşı mücadeleyi yükseltelim.
Öyle değil ama, isterse yüzde yüz “yerli ve milli” olsun silahlanmaya hayır diyelim. Savaş demek silaha karşı silah demektir. Öldürürsün ve ölürsün. Geride bıraktıkların bir dilim ekmeğe muhtaç olur. Uçak gemisi seni cennete tatile götürmez, cehennem ateşine götürür.