MHP ile ilgili çalışmalarıyla tanınan gazeteci Kemal Can, iktidar içindeki güç savaşlarını ve ‘yumuşama’yı değerlendirdi: Erdoğan, Kobani Davası kararının açıklandığı günün akşamı 28 Şubat Davası hükümlüsü generalleri affetti. Bu gelişmeler, normalleşmenin kimleri içerdiği, muhataplarının kimler olduğu, kimlerin kapsam dışında kalacağını gösterdi
Hüseyin Kalkan
Ankara’da başlayan kapışma sürüyor. Peş peşe polisler tutuklanıyor, söylentiler yayılıyor. Devlet Bahçeli’ye göre bu Cumhur İttifakı’na karşı bir darbe girişimi, eski emniyet müdürü Hanifi Avcı’ya göre ise mafya devlete karşı operasyon yapıyor. Aslında bütün bunlar tek adam rejiminin derin bir kriz içinde olduğunu gösteriyor. MHP üzerine çalışmaları ile tanınan gazeteci-yazar Kemal Can, Ankara’da kavganın ve krizin hiç bitmediğini, ancak şimdi daha görünür olduğunu belirtiyor. Can, sorularımızı yanıtlarken bu krizin etraflı bir analizini yapıyor.
- Ankara’da iktidar içinde bir mücadele mi var? Bütün bu gelişmeler tek adam rejiminin içine düştüğü krizin boyutlarını mı gösteriyor?
Ankara’da, mücadele hep vardır ve hiç bitmez. Aslında bütün iktidarlar için geçerli olan bu durum, Türkiye’deki sistemin ya da rejimin özelliklerinden dolayı şimdi çok daha görünür hale geldi. İstikrarsızlık ve iktidarın gerileme dinamikleri, açık ve örtülü iç mücadeleleri, hatta çatışmaları tetikliyor. İktidarın sürekliliği ile iktidar ittifakının dalgalı karakteri tezat oluşturuyor gibi görünse bile, iktidarın uzun siyasi ömründe sürekli değişen ve gerilimli iç dengelerin fonksiyonel bir tarafını olduğunu da görmek gerek. AKP ya da daha doğru söyleyişle Erdoğan iktidarlarının hemen her döneminde, parçalı bir yapı ve yüksek iç gerilimler oldu. Bu gerilimlerden bazıları bilindiği gibi 2016’da darbe girişimi gibi açık çatışmalara kadar tırmandı. Erdoğan, her seferinde bu gerilimleri şahsi gücünü artıracak bir dinamiğe dönüştürdü. Ancak bu sonsuza kadar sürdürülebilir bir taktik değil.
Taraflar birbirini yokluyor ve imkan yakaladıklarında tasfiye ve etkisizleştirme hamleleri yapıyor. Her hamlenin mutlaka bir karşı hamlesi geliyor. Kontrol dışına çıkmış veya zaten kontrolü zor kriminal ilişkiler kaos ortamında ifşa oluyor
- Bu çelişkiler Cumhur İttifakı’nın dağılmasına yol açar mı?
2015 itibarıyla fiilen yürürlükteki AKP-MHP ittifakı da, neredeyse on yılını tamamlıyor ve kurulduğu günden itibaren zaman zaman sertleşen, zaman zaman gevşeyen mücadelelere sahne oluyor. Ayrıca iktidar ittifakı, kendileri de parçalı yapılar olan AKP ve MHP’den daha fazla ortak ve müttefik barındırıyor. Ancak aksi iddialara rağmen, iç mücadele, doğrudan Erdoğan’ı hatta ittifakın ana eksenini dağıtmayı hedef alacak bir noktaya gelmiş gibi görünmüyor hala. Mücadele Erdoğan’ı devirmek yerine onun üzerinde etki sahibi olmak, ittifakı dağıtmak yerine ağırlık merkezini değiştirmek gibi bir alt seviyede devam ediyor. Şahsileşmiş iktidar ise kendisi için açık bir tehdit haline gelmedikçe veya fayda-zarar dengesi aşırı bozulmadıkça bu gerilimlere müdahale etmiyor hatta kullanıyor. Ancak öngörülemezlik artınca, belirsizlik ortamında kontrolsüz hamleler çoğalıyor.
Galiba son zamanlarda Ankara’da yaşananlarda ve eskiye göre daha görünür hale gelen çatışmalarda, bu dinamiklerin hepsinin biraz payı var. Yani aynı anda birkaç şey birden oluyor. Taraflar birbirini yokluyor ve imkan yakaladıklarında tasfiye ve etkisizleştirme hamleleri yapıyor. Her hamlenin mutlaka bir karşı hamlesi geliyor. Kontrol dışına çıkmış veya zaten kontrolü zor kriminal ilişkiler kaos ortamında ifşa oluyor. Yeni ekipler devreye giriyor, onlar arasındaki ilişkiler değişikliğe uğruyor. Erdoğan, ciddi bir sınıra yaklaşmış güç kaybı ve erime karşısında yapacağı yeni düzenlemeler için zemin yokluyor. Çeşitli güç merkezleri iktidar içinde kullanışlı buldukları ekipleri parlatıyor, diğerlerini itibarsızlaştırma adımları atıyor. Muhalefet ve medyanın bir kısmı, iktidar içi gerilimleri fazla önemseyip, siyasi tartışmaları bu alana yıkmaya çalışıyor. Erdoğan sertleşmeden hiç esnemeden, yumuşama beklentisini canlı tutuyor. Belki daha fazla hadise aynı anda yaşanıyor. Ancak her türlü gelişme, neredeyse her şeyi değiştirecek bir önem atfedilerek ele alınıyor. Aşırı merkezileşmiş tek adam rejimleri, çözüm üretme yeteneğindeki zayıflama ve kurumsal kapasitesinin sınırları yüzünden, pek çok alanda kontrol zaafiyeti yaşar. Her şeyin tek merkezden ve liyakat yerine sadakat ölçüsüne göre seçilmiş kadrolarla yürütülmesi sanılandan çok daha zordur. Dolayısıyla çeşitli alanlar, bir takım özerklikler karşılığında bazı ekiplerin kontrolüne girer ya da bırakılır. Merkezileşme zaman içinde daha fazla kontrol değil, daha fazla kontrolsüz alan yaratır. Kendi içlerinde daha organize olan ve manevra kabiliyeti yüksek çıkar grupları, siyasi oluşumlar, tarikat ve cemaatler bu nüfuz alanlarında giderek etkinliklerini artırırlar. Zaman zaman gayri nizami hatta kriminal ekipler ya bizzat ya da etkili hizipler eliyle güç elde ederler, pozisyon değiştirirler. Elbette bu çevreler birbirleriyle de sert rekabet yaşarlar. Özetle kurumsal kapasite zayıfladıkça merkezileşme kontrol dışı alan ve ekipleri artırır.
- Ayhan Bora Kaplan’ın tutuklanması Süleyman Soylu ve MHP’nin emniyetteki gücünü kırmaya yönelik bir hamle midir? Öyle ise ne kadar başarılı oldu?
Ayhan Bora Kaplan hadisesi, siyaset-mafya-emniyet üçgenindeki seri skandallara dönüşerek kamuoyu gündemine geldi. Türkiye’de daha önce de benzer olaylar görmüş, benzer ifşalara tanık olmuştuk. Ancak bu olay, kısa bir sürede birbirini takip eden karşı hamlelerle, iktidar içindeki siyasi gerilimlerin mücadele sahasına dönüştü veya böyle yorumlandı. Üstelik aynı hadise üzerinden farklı ekipler, aynı enstrüman ve elemanları kullanarak farklı hamleler yaptılar. Önce İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın “çetelerle mücadele” iddiasıyla bir dizi operasyon yapıldı. Hatta bu operasyonlar nedeniyle muhalefet partileri ve kamuoyu da Yerlikaya’yı destekledi. Daha sonra bu hamlelerin eski bakan Süleyman Soylu’ya kadar uzanacağı hakkında iddialar ortaya atıldı. Kaplan’ın tutuklanmasının ardından çeşitli bilgiler medyaya sızdırıldı. Olay bir suç örgütü ve onun emniyet teşkilatı içindeki bazı kesimlerle ilişkileri kapsamını aşarak, iktidar içindeki siyasi kanatların birbirlerinin tasfiyesi için çatıştıkları bir arenaya dönüştü. Gizli tanık ifadeleri, taraf değiştiren tanıklar, adli kontrol altındayken yurtdışına kaçırılanlar. Kaplan çetesinin faaliyetleri yanı sıra davanın kendisi de skandallar serisinin parçası haline geldi. Özellikle önce Kaplan, bazı emniyet mensupları ve hatta siyasiler hakkında ifade veren bir gizli tanık , yurt dışına çıkartılıp tam aksi yönde iddialarda bulunmaya ve olayın bir komplo olduğunu söylemesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu gelişme sonrasında Ankara Emniyeti’nde bir grup yetkili görevden alındı ve daha sonra tutuklandı.
Bu gelişmeleri siyasi boyuta taşıyan isimlerden biri MHP Lideri Devlet Bahçeli oldu. Bahçeli olayı bir darbe girişimi olarak nitelendirerek, asıl hedefin Erdoğan ve Cumhur İttifakı olduğunu söyledi. AKP içindeki bir grup ve iktidar medyasının bir kısmı da bu iddiayı devam ettiren yayınlar yaptılar. Bu gelişmeler üzerine Erdoğan MİT Başkanı ve Adalet Bakanı ile bir özel toplantı yapma ihtiyacı gördü. Bu toplantıya İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın çağrılmaması ve sonrasındaki açıklamalarında bürokratik vesayetten söz etmesi de, yeni ve karşı bir tasfiye operasyonunun başladığı şeklinde yorumlandı. Olayın siyasi tarafının öne çıkartılmasında kullanılan bir başka unsur da, “Kaplan Komplosu” gerekçesiyle suçlanan polislerin aynı zamanda Sinan Ateş cinayeti sonrasında bazı ülkücüleri gözaltına alan ekipten olmalarıydı. Yani aynı hadise, önce MHP’nin ve Soylu’nun şimdi ise yumuşamacılar ve Ali Yerlikaya’nın tasfiyesi iddialarına konu oldu.
- Kim kimi tasfiye ediyor?
Bütün bu karmaşık ilişkiler ve iddiaların ortasında iktidar içindeki çeşitli çevreler birbirlerini kumpas hazırlamakla ve tasfiye peşinde olmakla suçladılar. Davasına başlanan hadisenin yarattığı siyasi tartışmalar hala yatışmış görünmüyor. Ancak bu olayın baştan itibaren açık bir siyasi hedefle başlatıldığı ve şimdi terse dönerek Ali Yerlikaya’nın tasfiyesi ile sonuçlanacağı konusundaki öngörülere ihtiyatla yaklaşmak gerekir. Çünkü bu hadisenin bir siyasi hesaplaşma için çeşitli kişi ve ekipler tarafından kullanılması, olayın tamamen bundan ibaret olduğu ve bu nedenle başlatıldığı anlamına gelmez. Bazen bir mesele, süreçte çok elverişli fırsatlar yarattığı için birden kullanışlı hale gelir. Bir başka açıdan da bazen doğal akışında gelişen hadise, bir ekip tarafından riskli bulunur ve yüksek bir baraj kurulması ihtiyacı ortaya çıkar. Dolayısıyla kalabalık ama açık ve şeffaf olmayan bilgilerle kesin kanaatler ileri sürmemek gerekir. Hele siyasi sonuçlar açısından bakıldığında çok daha karmaşık süreçler söz konusu. Üstelik Erdoğan henüz tavrını net göstermedi. Fakat bir taraftan da görülmeye başlayan dava iyice sulandırılmış oldu.
- Kobanê ve Osman Kavala davalarındaki gelişmeleri göz önünde bulunduğumuzda yumuşama veya normalleşme söylemlerini nasıl değerlendirmek gerek?
31 Mart sonrasının gündemi, “normalleşme” hatta “yumuşama”. Kimileri zaten mecburi olduğuna inandığı için, kimileri duyumunu aldığını iddia ederek, Erdoğan’ın rota değiştireceğini iddia ediyor. Yıllardır belirli aralıklarla gündeme gelen ama bu sefer çok daha gürültülü ve daha farklı çevreler tarafından da desteklenen iddiaların doğrulanacağı ilk alan olarak sembol davalar işaret edilmişti. Sinan Ateş ve Ayhan Bora Kaplan davaları ile Kavala ve Kobani davaları bunların en önemlileriydi. İlk iki davanın nereye doğru ilerleyeceği henüz netleşmedi. Kavala’nın tekrar yargılanıp serbest bırakılacağı iddiaları ortaya atıldıktan sonra mahkeme heyetinin değişmesi, “sürecin” işlediğinin kanıtı sayıldı ama Kavala’nın yeniden yargılama talebi reddedildi. Ardından Kobani Davası’nda da çok yüksek cezalar verildi. Bahçeli ve Erdoğan, bu kararların isabetli bulduklarını söylediler.
Erdoğan, Kobani Davası kararının açıklandığı günün akşamı 28 Şubat Davası hükümlüsü generalleri affetti. “Normalleşme” işaretleri arasında sayılan bu talebin Erdoğan-Özel müzakerelerinde konuşulduğu biliniyordu. Bütün bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde, normalleşmenin kimleri içerdiği, muhataplarının kimler olduğu, kimin normalleşmesinin/yumuşamasının beklendiği, kimlerin kapsam dışında kalacağı ve en önemlisi bu beklentiyle ilişkide nasıl alt gruplar teşekkül etmesinin umulduğu, biraz daha netlik kazandı. Hem daha önce konuştuğumuz suç davaları hem bütün siyasi davalar, Erdoğan’ın net bir tavır almadan hem yumuşama hem de sertleşme imkanlarını yedeklemesine yarıyor. Hiçbir konuda net bir tavır almadan, yumuşama veya sertleşme için “yaparsa o yapar” pozisyonunu, çeşitli çevrelerin beklentilerinin istismarı sayesinde sürdürebiliyor.
Erdoğan hem yumuşama hem de sertleşme imkanlarını yedekliyor. Bunu beklentilerin istismarıyla yapıyor. Yumuşama olacak mı belli değil ama Erdoğan lafından bile istifade ediyor. Ancak Erdoğan yumuşayarak süreci terse çeviremeyeceğini iyi biliyor
Kriz yeni değil ve derinleşiyor
Kemal Can, iktidarın krizinin yeni olmadığını belirtiyor. Can’a göre bu krize rağmen Erdoğan iktidarını sürdürmeyi başardı. Can’ın krizle ilgili söyledikleri Erdoğan’ın çıkmazını işaret ediyor. Konuyla ilgili sorumuzu şöyle yanıtlıyor: “İktidar ittifakının çok sert gerilimler içeren kalabalık bir ortaklık olduğu sır değil. İktidarın yapısal ve dönemsel sıkıntıları, bu gerilimleri kontrolsüz bilek güreşlerine dönüştürüyor. Ancak karmaşık güç ittifaklarını mümkün ve başarılı kılan, iç gerilimlerini yönetip yönetemediği. Mesela son gerilimlerde üzerine çok spekülasyon yapılan MHP, Erdoğan’ın yaptıklarının bazılarının, yapmadığı her şeyin müsebbibi sayılıyor. Bu durum, Bahçeli için epey zahmetsiz elde edilen güç iddiası, Erdoğan için ise sadece gücünü korumakla kalmayıp, eleştirilerden azade tutan bir konfor alanı. Yani ister ittifaklarda ister partilerin içinde, şahin ve güvercinlerin varlığı ve çekişmesi illa kayıp hanesine yazılmıyor. Ancak şimdiye kadar ülkenin ve kendisinin sorunlarını çözmek yerine yüzdürmeyi başarmış Erdoğan için daha zorlu bir süreç var. Hem çok ciddi destek erimesi, hem ağır bir kontrol kaybı ve hem de derinleşen yönetememe kriziyle yüz yüze.
İktidarın krizi çok yeni değil aslında ama Erdoğan’ın bu krize rağmen senelerdir iktidarını sürdürebilmesi, biraz da seçmen tercihlerini ve muhalefet reflekslerini yönetebilmesiyle mümkün oluyordu. Mesela iktidarın ilk büyük tıkanmasını yaşadığı Haziran 2015’de bir taraftan CHP ile istikşafi görüşmeler yürütürken, diğer taraftan çok sert bir politikayı yürürlüğe koymuştu. 2023 seçiminde de yine muhalefet ittifakının iç dengesini kullanarak iktidarını korudu. Bugün de normalleşme ve yumuşama ihtiyacını, kendi yapacağı tercih olmaktan ziyade asıl olarak başkalarının görevi gibi kullanıyor. Ancak iktidar içindeki kanatlar arasındaki gerilimli zemini kullanarak, yumuşama eğilimi ile karşıtları arasında hakem bir rol edindiği izlenimi yaratıyor. Böylece, muhalefetin ele geçirebileceği inisiyatifi yine kendi elinde tutmaya çalışıyor. Mücadele içindeki kanatlar da bu zeminde Erdoğan’ı kollayarak mücadele ediyor. Yani yumuşama olacak mı henüz belli değil ama Erdoğan lafından bile istifade ediyor. Ancak kutuplaşmayla oy kaybeden Erdoğan yumuşayarak süreci terse çeviremeyeceğini de iyi biliyor.”