İlk bakışta rejimin zorbalık ve keyfilikte sınır tanımazlığının dolaysız bir ifadesi gibi görünse de Kobanê Kumpas Davası kararları, onları izleyen toplumsal ve politik tartışmalar ve dolaysız sonuçlarıyla bir yandan da rejimin adaletsizlik ve keyfiliğin sınırlarına dayandığını, iktidar blokunu birbirine yapıştıran harcın çatlamakta olduğunu gösteriyor.
Veysi Sarısözen’in iki gün önce Yeni Yaşam’da yayımlanan yazısında belagatle ifade ettiği gibi, iktisadi ve mali anlamda batmış ve toplumsal ve politik anlamda rıza üretme kapasitesini yitirmiş olan Erdoğan rejimi için mevcut koşullarda “her bir siyasi rehin ve rehine kamuoyuna verilebilecek bir rüşvet objesi” değeri kazanıyor.
Sarısözen’in ifadesiyle, “Saray’a bağlı mahkemeler zindandakilerin kaderi üzerinden 80’lik paşaları serbest bırakırken, 80’lik [Kürt] nineleri-dedeleri tutuklayarak, Demirtaş ve Yüksekdağ ile arkadaşlarına toplamda yüzlerce yıllık hapis cezası vererek, kimisine tahliye edilebilecek cezalarla sözde ‘adaletli’ davranır gözükürken, kimisinin otuz yılı aşkın süreyi doldurmasına rağmen tahliyesini önleyerek kirli bir ‘taktik yumuşama’ oyunu oyn[uyor]”.
Bu açıdan bakıldığında muhatabı ve hedefi olmuş olanların Kobanê Davası’nı “kumpas” olarak nitelerken sırf kötüleme saikiyle hareket etmedikleri, tersine, böylece bu karmaşık denklemi herkesin anlayabileceği yalın bir tanımlamaya kavuşturdukları, zamanla daha iyi görülecek kavranacaktır.
14 Mayıs 2023 genel seçimleri sonrasında oluşan ve 31 Mart yerel seçimleriyle düzeltilen siyasal güç dengesi çerçevesinde önümüzdeki dört-beş yılın başlıca toplumsal ve iktisadi dinamikleri, diktatörlük ve demokratik muhalefet önünde açılan oyun sahası ve olası stratejiler CHP lideri Özgür Özel’in iktidar ve muhalefet liderleriyle “istikşafi” temasları sonucunda ana hatlarıyla ortaya çıkmış sayılır.
Rejim ve özellikle Erdoğan açısından temel mesele, iktidarın hegemonya yitiminin merkezinde yer alan iktisadi çöküntüyü toplumsal ve politik tartışmanın merkezinden uzaklaştırmak ve çatışmayı kültürel ve politik alana taşımak, bu çerçevede muhalefet dinamikleri arasında istikrarlı ve enerjik bir muhalefet blokunun oluşmasını önleyecek şekilde manevralar yürütmek, beklentiler yaratmak ve “ekonomik toparlanma” için zaman kazanarak rejimi 2028’de ihya etmekten ibarettir.
Rejimin başlıca önceliği, 31 Mart yenilgisinin de nedeni olan “emeklilerin intikamı” mecazında özetlenen kamu maliyesindeki yıkımın telafisi. Bu yıkımın, Erdoğan’ın özellikle önceki on yıl boyunca kendi gözdesi olan siyasal İslamcı ve ahbap çavuş sermaye gruplarına ve kendi sülalesinin kontrol ettiği askeri-sınai komplekse kaynak aktarmak amacıyla uyguladığı ekonomik ve mali politikaların sonucu olduğu herkesin bildiği bir sır. Önceki dönemlerde ordunun hükümeti devirip pisliği “partilerüstü” hükümetlere temizleterek yürüttüğü IMF nezaretindeki “kurtarma” programını, şimdi “sivil” Erdoğan kendi teknokratları ve Dünya Bankası nezaretinde yürütecek. Bu açıdan rejimin su gibi muhtaç olduğu uluslararası kredinin musluğu Dünya Bankası’nın elinde. Nisan’da Dünya Bankası’yla imzalanan mali iş birliği anlaşması çerçevesinde 2024-2028 arasında sağlanacak 35 milyar dolarlık kredinin güvencesi Mehmet Şimşek ve Cevdet Yılmaz’ın yürüttükleri “AKP üstü” Orta Vadeli Program (OVP) ve onun uzantısı olarak önümüzdeki üç yıla yayılacak “kamuda tasarruf tedbirleri.”
Bu programla kamunun toplumsal amaçlı tüm yatırım ve harcamalarına üç yıl boyunca kaynak ayrılmayacak. Bu önlemlerin artan ihtiyaçlar ve nüfus karşısında eğitim ve sağlıkta, genel hizmetlerde, belediyelere aktarılacak kamu katkısında yol açacağı yoksunlukları, kamuda yeni istihdamın sona erdirilmesinin “atanamayan” üniversite mezunları için kamuda iş bulma olanaklarını daraltmasını, işsizlikte yol açacağı göreli artışı, özel sektörde ücretleri baskı altına almasını, sosyal yardımlara getireceği kesintileri göz önüne getirdiğimizde Dünya Bankası programının yürütülmesi için Erdoğan’ın israf ekonomisinin maliyetinin emekçilere ve yaşamak için kamu desteğine ihtiyaç duyan yoksullara fatura edileceği bir döneme girdiğimiz apaçık.
Devlet ve toplum, sermaye ve emek, yönetenler ve yönetilenler, zenginler ve yoksullar arasındaki gerilim ve sınıf mücadelelerinin bireylerin iradesinden tamamen bağımsız bir biçimde sertleşmeksizin edemeyeceği bir dönemin popüler söyleminde kilit kavramın “yumuşama” olması acı bir alay gibi.
Toplumsal ve ekonomik hayatın gidişinin somut olarak yoksul olan herkesin yoksul kalmaya devam etmesine özgülenmiş Dünya Bankası programıyla takvimlendirdiği bir dönemde toplumun dikkatinin bu somut hakikatten uzaklaştırılması için düşünen zihinlerin “soyut” ilkeler ve ülkülerle meşgul edilmesi gerekiyor. Bu Erdoğan’ın özellikle iktidarının ilk on yılında deneyim kazandığı bir yönetim ilkesi. O nedenle bütün bu önlemlerin görüşüldüğü kabine toplantısından çıkışta Erdoğan “millete sesleniş” için bir kez daha “Yeni Anayasa” ya sarılıyor: “Mevcut anayasanın yeni Türkiye’yi taşıması mümkün değildir. Muhalif, muvafık fark etmeksizin 85 milyon olarak yeni yüzyılda yeni anayasa ülküsünü gerçeğe dönüştürmemiz gerektiğine inanıyorum. Biz bunu kendimiz için istemiyoruz. Türkiye’nin buna ihtiyacı var, milletimizin buna ihtiyacı var. Gelecek nesiller özgürlükçü bir anayasayla yönetilmeyi hak etmektedir.”
“Özgürlükçü anayasa” vaadinden yalnızca iki gün sonra, Kobanê Kumpas Davası kararlarının açıklanmasının ardından aynı Erdoğan, her “özgürlükçü anayasa”nın başlıca ilkesi olmak gereken “kuvvetler ayrılığı” ilkesiyle test ediliyor. Test sonuçlarına bakalım, Erdoğan höykürüyor: “Suriye’deki gelişmeleri bahane eden bölücü örgüt unsurları doğrudan devletimizin bekasını hedef alan bir isyan girişiminde bulunmuştur. Bu isyan girişiminde 37 insanımız şehir eşkiyaları tarafından katledilmiştir. Ülkemizin 35 ili, 96 ilçesi ve 131 yerleşim biriminde sokaklar dükkanlar ve okullar ateşe verilmiş, masumların kanı akıtılmıştır. Bölücü canilerin katlettiği insanlar arasında ihtiyaç sahiplerine kurban eti dağıtan 16 yaşındaki Yasin Börü ve arkadaşları da vardır. 6-8 Ekim olaylarını kışkırtanlar yönlendirenler azmettirenler milletimize böyle bir acıyı yaşatanlar bellidir, hukuk elbette bunlardan hesap sormak zorundadır.”
Dönüp Kobanê davasının haksız hukuksuz kararlarına bakalım: Tayyip Erdoğan Devlet Başkanı olarak “aziz milleti”ne bu uydurmaları sayarken Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi Erdoğan’ın gerçek olmasını çok istediği bu suçlamalardan bütün sanıkların “ayrı ayrı beraatlerine” hükmettiğini görüyoruz. “Adaletsiz ve hukuksuz bir mahkeme kararından daha hukuksuz ve adaletsiz ne olabilir” diye soranlara gönül rahatlığıyla “Erdoğan HDP hakkında ne demişse odur” yanıtını vermenin önünde hiçbir mantıksal ve ahlaki engel olmadığına iddiaya girebilirsiniz.
HDP’liler, bu Erdoğan ve bu diktatörlükle “Anayasa tartışması”nın kısmi de olsa bir özgürlük tartışması momenti teşkil edebileceği hayaline kapılmayacak kadar deneyim edindiler. Bu deneyimin ürünü olan bilgi, muhalefetin önünü görmesine de yeterince ışık tutacaktır. Muhalefetin toplumsal kurtuluş zeminini Dünya Bankası programıyla Erdoğan’ın “yeni anayasası” arasına sıkıştırması ve ne birincisini ne ikincisini kabul için meşru bir gerekçesi olamaz. Çökmesi mukadder bir rejimin en sancısız biçimde saf dışı edilmesinin yolları arasında barışçıl yoldan rejim değişikliğine yönelik bir kamusal tartışmaya dahil olmak da elbette düşünülebilir ama, o rejimi yaşatmak tartışmanın terimleri arasında olmayacaktır.