Tayyip Erdoğan ve Özgür Özel’in yaptıkları görüşme sonrasında ortaya çıkan “normalleşme” sözcüğü aslında içinde bulunduğumuz durumun nasıl da anormal olduğunun da açık bir göstergesi.
Türkiye Cumhuriyeti devleti gerek iç hukukunda gerekse altına imza attığı uluslararası sözleşmelerde tanımladığı ve kabul ettiği birçok maddeyi ihlal ediyor. Bunların başında da ifade ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler geliyor.
Tabii ki ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller sadece AKP iktidarı ile ilgili değil. Türkiye Cumhuriyeti devletinin, kuruluşundan itibaren oluşturulan resmi ideolojinin kırmızıçizgilerine karşı görüş oluşturmak, bu coğrafyada her zaman suç oldu. Zaman zaman artan baskılar, zaman zaman hafifleyen baskılarla bugüne kadar ifade özgürlüğü ihlalleri devam etti.
Devlet aklı hiç değişmedi, sadece uygulamalar değişti. Örneğin 90’larda devletin Kürt meselesine yönelik politikasında yok etme sistemi geçerliydi. Köyler yakılıyor, kontrgerilla cinayetleri işleniyor, insanlar gözaltında kaybediliyorlardı. Fiziki saldırılar çok yoğundu. Ancak ifade özgürlüğü açısından belki daha rahattık. Bugüne geldiğimizde aynı devlet aklı bugün dünyadaki gelişmeler, sosyal medyanın bilgiyi hemen dünyaya ulaştırması gibi birçok nedenle fiziki saldırıları o kadar kolay yapamıyor. Ama aynı devlet aklı ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engelleri olağanüstüleştirdi.
Gerçekten de bizler siyasi iktidarın onaylamadığı, kabul etmediği görüşleri ileri sürdüğümüzde, hepimiz baskı altındayız. Ya cezaevindeyiz ya cezaevine girmek üzereyiz ya da çok büyük bir bölümümüz adli kontrollü. Yani bir anlamda rehin olarak yaşamaya devam etmekteyiz.
İşte bütün bu anormallikleri düşündüğümüzde, içinde bulunduğumuz yılın 2024 yılı olduğunu düşündüğümüzde ve dünyanın birçok bölgesinde, birçok ülkesinde bütün bu yaşadığımız ihlallerin akıl almaz bulunduğunu düşündüğümüzde gerçekten de durumumuzun anormal olduğunu söylemek gerekiyor.
İşte böyle bir ortamda AKP- CHP görüşmesinde “normalleşme” fikriyatı ortaya atıldı. Bizler bu tür dönemleri çok yaşadık. Birçok dönemde siyasi iktidarla ana muhalefetin bu tür görüşmeleri oldu. Ama sonuçta hep devlet aklının dediği oldu. Bugün de benzer gelişmeleri yaşamaktayız. Bu görüşmenin hemen ardından, çok büyük bir hak ihlaline maruz kalarak, hükümlü olarak bulunan Gezi mahpuslarının yeniden yargılanması gündeme geldi. Ancak orada gördük ki devletin asıl sahibi ya da asıl sözcüsü ya da asıl yetkilisi olan MHP -ki geçmişten bugüne İttihat Terakki Cemiyeti’nin devamıdır-, bu normalleşmeyi çok doğru bulmadı. Hemen ardından yargıyı büyük miktarda elinde bulunduran MHP’nin uygulamaları ortaya çıktı. Devlet Bahçeli asla ifade ve örgütlenme özgürlüğünü istemiyordu. Yargıyı neredeyse tümüyle ele geçirmiş olan MHP’nin sistem içindeki rolü bir kez daha ortaya çıktı.
Aslında coğrafyada büyük bir suikast tartışılıyor bugünlerde. Ülkü Ocakları eski başkanı Sinan Ateş’e yönelik suikast. Bu suikastın sonradan ortaya çıkan görüntüleri, suikastın Ülkü Ocakları ve MHP bağlantılı olduğunu son derece net bir biçimde ortaya çıkardı. Ancak MHP’nin yargıdaki gücü ve AKP’nin tamamıyla MHP’ye teslim olmuş olması nedeniyle bu cinayetin gerçek sanıklarına yönelik bir soruşturma maalesef ki başlatılmadı. Bütün coğrafyada gerek iç kamuoyu gerekse uluslararası kamuoyu önünde büyük bir rezalet yaşanıyor. Gerçekten de hukuki anlamda büyük bir rezalet yaşanıyor. Bir cinayet soruşturmasının üstüne gidemeyen Türk yargısı, suçu olmayan birçok insanı cezaevlerinde tutmaya devam ediyor. Gerek Gezi Davası gerekse Kobane Davası’nda olanlar işte bunun sonuçları. Öyle görünüyor ki MHP ve bağlı olduğu devlet bürokrasisi Gezi mahpuslarının henüz serbest bırakılmasını istemiyor. Kobane Davası kararlarında ise zaten tamamıyla uyum, tarafların uyumu söz konusu.
Kobane Davası’nda yargılanan arkadaşlarımızın büyük bir bölümü, insan hakları mücadelesinde yıllarca birlikte çalıştığımız arkadaşlarımız. Hepimiz özellikle 90’larda Kürdistan’da yaşanan o kadar büyük hak ihlallerine birlikte tanıklık yaptık ki bazen bunun karşısında biz nasıl bir mücadele yürüteceğiz, bunlar ancak şiddetten anlar gibi sözleri söylediğimizi de hatırlıyorum. Ama buna rağmen biz insan hakları mücadelesini ve bir kısmımız da sivil siyaseti seçtiler.
İşte biz bütün bu hak ihlallerini, herkese anlatmaya çalıştık. Bir kısmımız insan hakları mücadelesi alanında kalarak, bir kısmımız ise sivil siyaset alanında kalarak Türkiye Cumhuriyeti devletinin demokratikleşmesi, sivilleşmesi mücadelesini verdik. Ancak maalesef ki şiddetten beslenen ve karşısında sadece şiddet görmek isteyen bir devletten söz ediyoruz. Çünkü savaş ve silahlı mücadele sürdükçe ırkçılık, milliyetçilik gelişiyor ve Türkiye Cumhuriyet devletini yönetenler bundan nemalanıyorlar.
Bu nedenle de sivil siyaset istemiyorlar. Bugün HDP’li siyasetçilere verilen cezaların ancak böyle okunması gerekiyor. Bu cezalar maalesef ki devletin sivil siyasetin önünü kapatmak yönündeki kararlılığının sonuçlarıdır.
Her zaman dile getirdiğimiz gibi sadece siyasi iktidarı suçlamak değil amacımız. Tabii ki bu büyük suçun en önemli payı siyasi iktidara, görünür ya da görünmez devlet aygıtlarına ait. Ancak burada ana muhalefetin de çifte standartlarını unutmamak gerekiyor. Eğer bugün Kürt milletvekilleri yargılanıyorlarsa ya da onlarla birlikte Kürt halkının haklı taleplerine destek veren sosyalist milletvekilleri yargılanıyorlarsa ve büyük cezalar alıyorlarsa işte bunun arkasında yatan muhalefetin de mağdur seçiciliği ve çifte standardıdır. Bizler CHP’nin dokunulmazlıkların kaldırılması yönünde o kalkan ellerini hiçbir zaman unutmayacağız. O nedenle iktidar ve muhalefetin aynı kaynaktan beslendiği, resmi ideolojinin kırmızıçizgilerine tümüyle bağlı oldukları böyle bir coğrafyada mücadele hiç kolay değil. Ancak bu coğrafyada her zaman dile getirdiğimiz gibi biatsız bir %15 var.
O %15 hiç vazgeçmedi, hiç vazgeçmeyecek.