Figen başkan şimdi ‘ceza’yı bir madalya gibi yakasına takmış ‘son sözü direnenler söyler’ diyenlerin safında olmanın rahatlığıyla; yine gülüyor, yine düşünüyor, okuyor, yazıyor, halkların özgürlük kavgasının zaferine, kavuşacağımız günlere dair inançlı ve inatçı hayaller kuruyordur
Deniz Bakır
Ilık bir ilk yaz havası var sokaklarda. Güneş salkım saçak dökülmüş yollara. Kediler çöp tenekelerini karıştırıyor. Otobüsler ağır ağır yanaşıyor durağa. Rahatlık ve rutinlik karışımı bir duygu var havada. Rahatsız edici bir rutinlik ve rahatlık… Kafamı alıp yürümek, kurtulmak istiyorum bu ‘rahatlıktan’. Ölümsüzlerle konuşmak, kuş olup bir hücrenin penceresine konmak istiyorum. Bir tutsağın düşlerini yüklenip sırtıma uçmak istiyorum Kaf Dağı’nın ardına. Ağlamak, bağırmak, bir top ateş olup bozmak istiyorum bu ‘rahat’lığı.
Az önce hapishaneden çıktım. Umudu inat yapan insanlar gördüm orada. İnatlarını sırtlanıp çıktım dışarı. Çıktığımda Kobani kumpas davası kararları düşmeye başlamıştı sosyal medyaya. Bir yumru gelip oturdu boğazıma. Bir sigara yakıp çektim içime. Hayatı, mücadeleyi, yengileri ve yenilgileri düşündüm. Yeni başlangıçları, karanlığın içinden bir damla ışık gibi süzülüp geçen devrimcileri düşündüm. Figen başkanı, Alp’i, Selahattin başkanı… Aldıkları ‘cezaları’ bir onur nişanesi gibi taşıyan tüm devrimci, yurtsever tutsakları düşündüm.
30 küsur yıldır öyle ya da böyle devrimci mücadelenin bir parçasıyım. Hayatımdan geçen, izler bırakan birçok devrimci tanıdım. Kimisi ölümsüzler kervanına katıldı. Kimisi hapiste, kimisi dışarıda aynı inat ve inançla değiştirmeye çalışıyor bu kötü dünyayı.
Kobani davasında kararlar açıklanmaya başlayınca hayatımı yoğuran, bana bir anlam katan insanlar birer birer geçmeye başladı gözlerimin önünden. Üzgündüm doğal olarak. Ama içinde bulunduğum duygu karmaşasının sonucu olarak gözlerimden akan yaşlar sadece üzüntü ifade etmiyordu. Özlem, sevgi, bağlılık, öfke, inat ve inanç vardı gözyaşlarımda. Geçmişim ve geleceğim, yoldaşlarım ve inadım vardı.
Sonra dönüp dolaşıp Figen başkanda durdu zihnim. Onunla ilk tanışmam, birlikte çalışmam, hapishanede küçük yazışmalar, karşılaşmalar, sohbetler vs.
Yıl 2004’tü sanırım. İstanbul il çalışması için kurum merkezinde görevlendirilmiştim. Kurum çalışmasının başında Figen başkan vardı. Mahalle çalışmasından gelen bir sabırsızlık ve darlıkla pratik işlere eğilim duyuyordum. O ise tüm konuları birbiri ile ilişkisi içinde ele alıyor ve politik muhtevasına bağlı bir öncelikler sıralaması yapıyordu. Sabır, emek ve inadı, an’ın politik ihtiyacı ile buluşturmanın önemini henüz anlamayan, dahası sıkıcı bulan devrimcilerdik. Konuyu şimdi hatırlamıyorum ama bu emek ve sabır vermekten uzak tutumumuza kızmıştı bir gün. Dahası tavırlarımızdaki erkek tarzını özel olarak vurgulamış, acımasızca eleştirmişti. Bozulmuştuk. Ama eleştirirken bile sevgiyi ve yoldaşlığı karşısındakine geçiren tavrıyla bizi düşünmeye sevk ediyordu. Zamanla daha iyi anlamaya başladık onu. Sonradan düşündüğümde onunla birlikte çalıştığım o 5-6 aylık zamanın devrimcilik anlayışımda ne büyük değişimler yarattığını anladım.
İzmir’deki bir karşılaşmamızı hatırlıyorum. Bir panel için gelmişti kent’e. Panel sonrası kaldığı otele çağırmıştı bizi. Oldukça iyi bir oteldi. Otelde kalmaktan ziyade yoldaşların ya da halktan birinin yanında kalmayı istiyordu normalde. Ama otel ayarlanmıştı bir kez. Kaldığı yeri yadırgadığı her halinden belliydi. Bizi karşılarken yüzünde oluşan mahcup gülümsemesi, neşeli sesi ve sıcak kucaklayışı her şeyi özetliyordu. ‘Beni kaçırın buradan’ der gibiydi. Şoförü olarak çalışan arkadaş bizim konuşmamız için uzaklaşmak isteyince tuttu ve oturttu onu. Sonra kalkıp hepimize kendi elleri ile çay ikram etti. Şoför arkadaş espriyle ‘Figen başkan hep böyle işte. Ben mi onun yanında çalışıyorum yoksa o mu benim yanımda?’ deyince hep beraber kahkahayı basmıştık. Sonra Figen başkan tüm sadeliği ve ciddiyeti ile ‘tabii ki ben senin yanında’ dedi. Halkların davasını üstlenmiş bir devrimcinin sadeliği ve sorumluluk bilinci vardı sesinde ve sözlerinde. Sonra panelde yaptığı konuşmaya dair tepkileri sordu. Fikirlerimizi ve önerilerimizi aldı. Sosyalistlerin İzmir’deki çalışmalarına, HDP’de rol üstlenip üstlenmediklerine, ne kadar emekçilik yaptıklarına dair bilgi istedi. Fikirlerini paylaştı. Cizre bodrumlarında insanların diri diri yakıldığı zamanlardı. Söz oraya geldiğinde sesi çatallandı. O büyük fedakarlığa ve dirence Türkiye’den güçlü bir ses verememenin ağırlığı ve mahcubiyeti vardı sözlerinde ve sesinde. Biz onun Türk halkından devrimci bir kadın önder olarak kuşatma altındaki Kürt halkını savunmak için kendini öne atışını televizyonlarda izleyip gururlanırken; o Kürt halkına Türkiye’de tutacağı bir el yaratmamış olmanın mahcubiyetini yaşıyordu. Kobani davasında yaptığı savunmalarda birinde kullandığı;
“Ben de isterdim ki oturup sosyalist programın çelişkilerini, sorunlarını anlatayım, bunları konuşmak isterdim, insanların refah içinde yaşaması için ne gerekiyorsa onu anlatmak isterdim ama etrafınızı karanlık sarmışsa ve etrafınızda ‘hawar’ sesleri duyuluyorsa, Kürt halkı katlediliyorsa kulaklarınızı tıkayamazsınız. Bir yerde ateş yanıyorsa hiçbir şey yapamıyorsanız yananlar ile birlikte yanacaksınız” sözleri de aynı duygu ve hassasiyeti yansıtıyordu.
Orada Figen başkanı dinlerken yıllar öncesine birlikte çalıştığımız döneme gitmiştim yine. Hep bir adım ilerimizde duruyor ve elimizden tutup ileri çekiyordu bizi. Hep yakınında durması güven, bir adım ötede olması saygı yaratıyordu. Sabırla dinlemesi ve soruları öğrenme ve anlama çabasını hissettiriyor, değerli olduğun duygusu yaratıyordu. Diğer taraftan alabildiğine sert biçimde eleştiriyor ve durumunu değiştirme, harekete geçme isteği doğuruyordu. Anlamakta güçlük çektiğim ‘Kadın tarzı’ Figen başkanda özgün ve özel bir somutluk kazanıyordu. Kendini her şeyin merkezine koyan, bilginin kaynağı olarak addeden, üstenci, emek ve sabırdan uzak erkek tarzının karşısında devrimci kadın önder olarak Figen başkanda tüm açıklığı ve öğreticiliği ile karşımda duruyordu.
Figen başkandan bahsedip onun muzip, neşeli yanına değinmemek olmaz. Onu düşündüğümde hep Rosa Lüksemburg gelir aklıma.
Teorisyen, politikacı, örgütçü ve eylemcidir Rosa… Ama edebiyatı, çiçekleri, arkadaşlarını hiç ihmal etmez. Romantiktir. Eğlenceye bayılır ve dans etmeyi çok sever.
Figen başkan da öyledir. Onunla gülüp, ağlayabilir, dans edebilirsiniz. Müzik zevki şahanedir. Marş ve halk müziği dışına doğru bir adım da olsa çıkabildiysem onun da payı vardır.
Hiç unutmam bir gün eve gittiğimde onu bir konser etkinliğinin paralarını sayarken buldum. Yatağın üzeri para doluydu ve o büyük bir ciddiyetle önce sınıflandırıyor, sayıyor ve diziyordu. O hali köyden indim şehre filmindeki altın sayma sahnesini getirdi aklıma. Ve ‘sekiz bin dokuz yüz otuz beş…’ diye başladım sesli biçimde saymaya. Şaşırmamak için kendini baya sıksa da sonunda dayanamayıp o da makarayı koyuverdi. Paraları havaya saçıp dans etmiş; ‘Himmet ağabey diye başlayan’ film repliğini kendimize uyarlayan cümleler kurarak gülmüştük.
Figen başkan bugün ‘ceza’ aldı… Memleketin siyasi durumunu düşününce onun ve diğer yoldaşların tahliye olma ihtimalinin yüksek olmadığını bilsem de özlemin verdiği bir iyimserlikten alıkoyamadım kendimi. Bir iğne ucu kadar da olsa tahliye ihtimalini düşünüp durdum öncesinde. Onun için haberi duyduğumda çok üzüldüm, öfkelendim. Sonra onu düşünmeye başladım. Düşündükçe yakınlaştım ona. Ve onunda bizi, yoldaşlarını, halkları düşünmeden geçirdiği tek bir an’ının olmadığını anladım.
Figen başkan şimdi ‘ceza’yı bir madalya gibi yakasına takmış, ‘son sözü direnenler söyler’ diyenlerin safında olmanın rahatlığıyla; yine gülüyor, yine düşünüyor, okuyor, yazıyor, halkların özgürlük kavgasının zaferine, kavuşacağımız günlere dair inançlı ve inatçı hayaller kuruyordur.
Onu öven bu yazıyı yazdığımı duysa biraz kızar, biraz mahcup olur, biraz da duygulanırdı muhtemelen. Olsun, o bunu direnci ve duruşuyla, hepimize örnek bir kadın devrimci önder olarak fazlasıyla hak ediyor.
Onların duruşuna layık olmak da bize düşen olsun…