Ejderhalar, on kollu, yirmi bacaklı, yedi başlı yaratıklar, uçan filler ve daha neler neler… Fantastik dünyanın tüm yaratıkları ve tabi ki onlarla savaşan kahraman! İzlerken kahramanla özdeşleşip hayran mı kalırız yoksa o imkansız cesaret ve zekaya gıpta mı ederiz bilinmez ya da duruma göre değişir, ama ilginç olan şudur benim açımdan: Artık fantastik dünya ve kahramanı bana “fantastik” gelmiyor. Zira kahramanın, tam bir beladan kurtulmuşken, etrafının başka belalarca, mesela pusuya yatmış ejderhalarla sarıldığını görünce, “yaşadığı duyguları” biliyorum. Ya da şöyle; kahramanın ejderhalarla boğuşması, bana sadece bizim ejderhalarla olan boğuşmalarımızı anıştırıyor ve cümleler peş peşe veriyor: Şu şu günde boğuştuğum duyguların, şu şu kara haberin oluşturduğu “canavarların” aynısıdır bu ejderha ve canavarlar! Üstelik yirmi dört saat parmak sallayıp yalanlar söyleyen, hayatın her şeyini hırsızlayıp talan ederek “kan banyolarıyla” palazlanan ejderhalardır en korkunç olanlar ki, boğuştuğumuz da onlardır! Üstelik fantastik değil, gerçek.
Yani aslında kahramanmışız arkadaşlar, ama anti-kahraman gözlüklerle bakıp anti-kahraman arabalara bindiğimiz için idrak edemiyormuşuz! Ama mesela saygıdeğer Don Kişot idrak edebilmiş, “yel değirmenleri”nin “canavar” ya da “düşman ordusu” olduğunu anlamıştı.
Evet, sevgili fantastikten daha fantastik ve gerçek kahramanlar: Don Kişot, an itibariyle haklı ve yanımızda, bakışları bakışımızda, hiçbir fantastik gerçek gözümüzden kaçamamakta. Bu krizli zamanlarda “krizsiz” ve semirik semirik yaşayarak servet üstüne servet ekleyenler üst tabakadan vatandaş bile değil, simsar ejderhaların ta kendisidir. Gelecekten bahsederek şimdi’yi ve geleceği karartanlar “meşru ekâbirler” değil, on başlı devlerdir; tüm saraylar ve saltanatlar “yel değirmenleri” değil, insanı onuru, düşleri ve gerçekleriyle yerle bir etmek isteyen ejderhalar, canavarlar, yok edilesi yaratıklardır.
Bayram kutlamalarını bile kâbusa çeviren erk sahipleri aslında Azrail’dir ve bizler; göründüğümüz, gördüğümüz, gördükleri ve sandıkları gibi değil; binbir türlü engelle çarpışa çarpışa; geceyi gündüze, baharı yaza, yüreği akla, ırmağı denize kavuşturanlarız. Bir an bile durup düşünürsek farkında olmadan arkamızda bıraktığımız ejderhalıkları görür, şimdi’yi, sonsuz şimdi’yi daha donanımlı, mağrur ve “bizim” kılar ve fantastik gerçek kahramanlar olarak, filmlerde gördüklerimizin farkına varırız.
Peki, bu mum ne zaman yandı? Çok korkunç ve “kahramanlı” bir film izlerken herkesle birlikte neredeyse heyecan ve korkudan titrerken, birden, “Hadi ama! Senin yaşadıkların (o sen herkes’tir) çok normal, yolunda ve rutinmiş gibi yapıp ‘şaşıran, korkan seyirci’ rolüne bürünme. Yaşananlar tıpatıp aynı, sadece şekiller değişik…” dedi yanan mum. Yanımızdan ayırmamamız gerek bu güzel mumun ışığıyla “kahramanca” yürürken Don Kişot’la karşılaştım. Atının (sevgili Rocinante) yükü mumlar, ışıklar, fenerlerdi. Hediye ede ede yol alıyor, bizim mumlarla karşılaşınca mutluluktan seranat yapıyordu. Mumlar ise dile gelip, “Selam sana Don Kişot, artık gerçeği görüyor, yel değirmenlerinin üzerimize üzerimize gelen canavarlar olduğunu biliyor ve kılıç kalkanı bırakmıyoruz, ışık savunmasız kalmasın diye” diyordu.
Ekranlarda yine fantastik sahneler ama sahnenin arkasındakini görüyor ve Don Kişot “aydınlanmasıyla” tebessüm ediyoruz kahraman duruşumuza.