Denizler ve Mahirler, mücadele başlayınca devleti de tanımaya başladılar. Ve Kemalizm’le ideolojik kopuş başladı. Kemalist soldan, Marksist-Leninist ideolojiye evrildiler. Onlar bu kopuşu yaşamasaydı, devlet ne Deniz, Hüseyin, Yusuf’u asar ne de Kızıldere’de Mahirleri infaz ederdi.
Doğan Durgun
Mayıs ayının ilk haftası, 1 Mayıs ve Taksim çerçevesinde gündem olurken, 6 Mayıs ise Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edilişlerinin yıldönümü olmasından dolayı anmalarla geçti. Yine her yıl olduğu gibi, 68 kuşağının politik özneleri üzerinden, Kemalizm’e ve sosyalizme bakışlarına dair tartışmalar yaşandı. Dünyada ve Türkiye’de 68 kuşağının mücadele içindeki evrimleşmesi sonucunda geriye ne kaldı? Yaratılan miras bizi nereye getirdi? Eksiklikler nelerdi? Neden Avrupa’nın öğrenci hareketleri görece bir sonuç aldı da Türkiye’de neden büyük acılar yaşandı? Bütün bu soruların izini sürmek gerekiyor. Tabular üzerinden değil, yaşanılan süreç üzerinden bir tahlil yapmaya çalışalım.
68’e nasıl gelindi?
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda, Türkiye’de milli bir burjuva sınıfı yoktu. Sermaye Türk olmayan gayrimüslimlerin elinde bulunuyordu. 17 Şubat-4 Mart tarihleri arasında İzmir’de yapılan 1. İzmir İktisat Kongresi bu anlamda önemlidir. Bu kongre görünürde Türkiye’nin iktisadi hayatını şekillendirecek yenilik ve kanunları düzenleyici bir muhteviyatı belirliyordu. Oysaki kongrenin temel amacı; Milli Burjuva Sınıfı’nı yaratmaktı. Sermayenin Türklerin eline geçmesinin yolları aranıyordu. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra İngiltere’ye yaklaşan Ankara Hükümeti’nin en büyük korkusu, böylesine fakir bir ülkede gelişebilecek bir muhalefetti. Bolşevik Devrimi’ni gerçekleştirmiş SSCB’nin yanıbaşında bulunan bir ülkeydi. Bundan dolayı en küçük muhalefet, en küçük kıpırtı şiddetle bastırılma yoluna gidildi. Sonrasında yaratılan Kemalizm ile Tek ulus (Türkler), tek dil (Türkçe), tek kültür (Türk Kültürü), tek lider (Ebedi Şef) olarak kodlanan bir ülke yaratıldı..
1930’ların başında Avrupa’da faşizmin yükselişe geçmesi ile birlikte, Atatürk Türkiye’si faşizmin iktidarı altındaki İtalya ve Almanya ile dostluk ilişkileri kurdu. Atatürk’ün ölümü sonrası İsmet İnönü iktidarı başladı. 2. Dünya Savaşı boyunca kim güçlüyse oraya sinyal çakan Türkiye, savaş sonrası SSCB’nin Türkiye’den bazı taleplerde bulunması sonrası İnönü Hükümeti zora düşmüştü. İşte bu koşullar içinde, 4 Aralık 1945 tarihinde, iktidara muhalif Görüşler Dergisi’nde yayınlanan Sabiha Sertel’in ‘Zincirli Hürriyet’ yazısı hedef gösterildi, Zekeriya-Sabiha Sertel’lerin kurmuş oldukları Tan matbaası hükümet tarafından organize edilen gericiler tarafından basıldı, matbaa talan edildi, hızını alamayan bu grup matbaanın yanında bulunan ABC kitabevini de ateşe verdi. Olay o kadar dramatikti ki yol üzerinde bulunan Tan Mezecisi başına bir şey gelmesin diye adını Can Mezecisi olarak değiştirmek zorunda kalmıştı. Olay sonrası gazeteciler dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu’na olay hakkında ne düşündüklerini sorarlar. Saracoğlu; (gülerek) biz yapmadık yapacak gücümüz var, fakat biz yapsaydık sadece kapatırdık. Dikkat edin söyledikleri Özgür Ülke bombalandığında Tansu Çiller’in söylediklerine ne kadar da benziyor.
2. Dünya Savaşı ve Tek Partili dönemin sonuna kadar başka da bir hareket görülmez. Ta ki 1950’li Menderesli yıllara kadar. 1950 seçimlerinde iktidara gelen DP hemen hemen herkesin umut ışığı durumundaydı. Yıllarca CHP’nin altı oku altında ezilen yığınlar bu harekete destek vererek iktidara taşıdılar. DP’nin makyajı çok çabuk eridi. Kore’ye asker yollanması, Marshall yardımları ile birlikte ülkeye onlarca CIA ajanının sızdırılması ve NATO’ya giriş ile birlikte Türkiye kısa sürede bir ABD uydusu haline gelir. Toplumsal muhalefet anlamında ilk ciddi eylemler Adnan Menderes Hükümeti’nin son yıllarına denk düşer. Kızılay meydanında yapılan 555K şeklinde şifrelenen eylem Türkiye’de bir iktidarı bitirme noktasında önemlidir. İlk genç beden bu dönemde toprağa verilir. Adı Turan Emeksiz’dir. Fakat iktidarın yerini bu sefer tanklar alır ve 1960 askeri darbesi gerçekleşir.
1961 Anayasası ile Türkiye’de özgürlükçü bir ortam oluşur, ilk sosyalist örgütlenmeler ve partiler yasal olarak kurulur. İlk kez toplu sözleşme, grev hakkı işçilere verilir. Yine bu dönemde kısmen de olsa Marksist Klasikler Türkçe’ye çevrilir, sosyalist teorinin kitlelere ulaşması sağlanır. Böylece bana göre Türkiye’de 68’in başlangıcı olan ABD 6. Filosu protestolarına gelinir.
Dünya’da neler oluyordu?
Dünyadaki 68’in anlamını bilmek için öncesine bakmak gerekiyor. 2. Dünya Savaşı’nı bizzat yaşamış olan, bu savaşta arkadaşlarını, sevgililerini kaybeden yitik bir kuşak oluşmuştu. Bu kuşağın çocukları, 1960 yılların sonuna geldiklerinde artık, dünyayı isteyecek yaşa gelecek kadar büyümüşlerdi. Önceleri burjuvazinin kokuşmuş değerlerinden kaçıp Nepal’e, Katmandu’ya giden çiçek çocukları, yavaş yavaş politikleşerek, adına 68 Kuşağı dediğimiz dönemi yarattı. Bir yandan Vietnam direnişi yükseliyordu, diğer yandan Küba komünist bir devlet modelini benimsediğini duyuruyordu ve en önemlisi CHE’nin devrim düşleri, kendisi Bolivya’da öldürülmüş olsa bile Afrika ülkelerinin bağımsızlık mücadelelerine ilham oluyordu. Yitik kuşağın çocukları, ilk olarak eğitim ve üniversite sorunu içinde tarih sahnesine çıktı. Çok köklü bir kültür hazinesine ve dünyanın büyük bir kısmını etkilemiş bir sisteme dayanmasına rağmen, 20. yy’nin ikinci yarısının şartlarına uymayan, eskimiş bir eğitim sistemi yeni gençliğe cevap veremiyordu ve eski önemini kaybetmişti. Gençlik de bu kokuşmuş eğitim sistemine başkaldırıyordu. Burjuvazi konumunu güçlendirmek için fazlaca bir yeniliğe gitmeyince, Fransa’da Daniel Cohn-Bendit, İngiltere de Tarık Ali önderliğinde Sorbonne ve Trafalgar meydanlarında yapılan eylemlere sinema oyuncuları, müzisyenler, yazar ve aydınlar da destek verdiler. ABD’de Vietnam savaşına gitmek istemeyen gençler ve siyah haklarının mücadelesini yapanlar harekete geçti. Ayrıca eşcinseller, seks işçileri ve kadınlar da sokağa dökülerek daha çok özgürlük talebinde bulundular. Bundan dolayı dünyadaki 68 kuşağı yenilikçiydi ama devrimci bir hareket değildi. Eşitlik, özgürlük, adalet, temiz bir çevre istiyorlardı. Yani iktidarları devirmek değil, onları dönüştürmekti amaçları. Örneğin Fransa’daki eylemlerin liderlerinden ve Miterand ölene kadar onun danışmanlığını yapan, sonrasında da AB parlamenteri olan D. Cohn-Bendit; “Bu akşam sokakta olup bitenler, gençliğin belli bir sosyeteye karşı olan hislerinin ifadesinin açığa vurulmasıdır” diyerek bu savı desteklemektedir.
Biraz da anarşist ve goşist bir hareketti. Bu anlamda da Marksist öğretinin uzağındaydı. ‘Birlikte düşünmeye hayır, birlikte itmeye evet’, ‘Kendinizi Sorbonne’dan kurtarınız(yakarak)’ ‘Devrimci düşünce yoktur devrimci hareket vardır’ gibi sloganlar bu kuşağın anarşist özelliğine dair ipuçları sunar. Fransa’da yer yer işçilerle buluşmasına ve ortak eylemler yapılmasına rağmen, bu böyledir. Dünyada 1968 hareketi, Anarşizmin, Maoizmin, Costroizmin birbiri ile harmanlandığı ve ortaya nihilist bir enerji çıkarmakla beraber yine de, Avrupa ve dünyanın birçok yerinde köklü değişikliklerin meydana gelmesini sağladılar. Eğitim, kadın hakları, kürtaj, vicdani red, ekoloji ile ilgili konularda önemli kazanımlar elde ettiler. Kızıl Tugaylar, RAF, Japon Kızılordusu gibi iktidarı ele geçirmek isteyen örgütler sonrasında ortaya çıkacak, genel anlamda dünyanın 68’inden ayrışacaktı.
Türkiye’nin 68’i
Avrupa’da üniversitelerde başlayan protestolar kısa sürede Türkiye’de de etkisini gösterdi. Motivasyon kaynakları benzerdi. 1961 yılında kurulmuş olan TİP içerisinde örgütlenen gençler zamanla TİP’ten uzaklaşarak, 1965 ylında F.K.F’yi (Fikir Kulüpleri Federasyonu) kurdular. Fakat FKF’nin TİP güdümüne girdiğini düşünen gençler; MDD ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu(DEV-GENÇ) olarak ikiye ayrıldılar. MDD hareketinde, Mihri Belli, Doğan Avcıoğlu, Doğu Perinçek, Şahin Alpay, Cengiz Çandar öncü rolündeydiler. Bunlara göre Türkiye’de sosyalist bir devrim şu anın sorunu değil, çünkü sosyalist bir taban yok, bundan dolayı milli bir demokratik devrim daha öncelikli. Milli demokratik devrimden de kasıtları, ilerici bir askeri darbenin(!) olmasıydı. DEV-GENÇ ise bu görüşlere katılmıyordu. Dev-Genç görkemli bir kurultay yaparak başkanlığa Atilla Sarp’ı getirdi. 1968-1969 peridiyodunda gençler yaz tatillerinde evlerine gitmeyerek fabrikalarla diyalog kurup işçileri örgütleme yollarına gidiyorlardı. Bu süreçte Hüseyin İnan Filistin kamplarına giderek silahlı mücadelenin koşullarını araştırıyordu. Hüseyin İnan ve çevresinde bulunan arkadaşlar silahlı mücadelenin gerekliliğine inanarak THKO’yu (Türkiye Halkın Kurtuluş Ordusu) kurdular. THKO’nun kurucuları arasında Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Cihan Alptekin, Sinan Cemgil de vardı.
Bu arada Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Hüseyin Cevahir farklı bir yapılanma içerisine girerek, THKO’nun kırdan devrime gitme yolu yerine kentten devrime ulaşma fikrinden THKP/C’yi kurdular.
THKP/C’nin en büyük başarısızlığı vuruşan fakat kaçamayan bir gerillacılık yapmasıydı. Eylemleri, idama giden süreçleri, Kızıldere’yi, herkes artık ezberlediğinden buralara girmeden devam edelim.
1) Manifestosuz bir hareketti. Doğru dürüst bir parti programları yoktu, örgütlenme eksikti. Kentten mi, kırsaldan mı devrim mücadelesine başlamak üzerine ayrışıyorlardı. Mahir Çayan, önce örgütlenip, sonra silahlı mücadeleyi savunuyordu ve şehir savaşından yanaydı. Hüseyin İnan, THKP/C’nin bu yaklaşımı reddederek, ‘siz kent proleteryasına biz ise kır proleteryasına inanıyoruz’ deyip, THKO’nun görüşünü dile getiriyordu.
2) Zamana yayılarak örgütlenme yerine, NATO’nun en önemli müttefiki olan Türkiye’de devrimin nesnel koşullarının oluştuğunu düşünmek gibi bir yanılgıya düştüler. Bunun nedeni daha çok Küba Devrimi’nden etkilenmeleri ve Küba ile Türkiye arasındaki toplumsal ve siyasal benzeşmemeyi doğru tahlil edememelerinden kaynaklıydı. Fokocu bir stratejinin Türkiye şartlarında başarı şansı yoktu. Dünyadaki öğrenci haraketleri evrimci iken, Türkiye’deki devrimciydi.
3) Bir öğrenci hareketi olmayı aşamadan, imha edildiler. İşçi sınıfı ile çok güçlü ilişkiler kurma şansları olmadı. 15–16 Haziran direnişi, Ege’de yapılan tütün mitingleri, Zap’a köprü, Varto depremzedeleri ile dayanışma yeterli ilişki ağını yaratamadı.
Kemalist miydi?
Yıllar geçse de, Türkiye’deki 68’in Kemalist bir karaktere sahip olup olmadığı üzerine tartışmalar hız kesmeden devam edilir. Öncelikle unutulmasın ki bu gençler, devletin eğitim tedrisatı altında büyüdüler. Yedi düvelle savaşmış, emperyalistlere boyun eğdirmiş M. Kemal’in önderliğinde kurulmuş bir Türkiye mitine inanmış olmalarından daha doğal bir şey yoktu. Çünkü sosyalist olarak okudukları aydınlar, Kemalizm’i sosyalizm olarak formüle ediyorlardı. Açıktan bir Kemalizm eleştirisinden yoksundular. Bu yüzden, Deniz Gezmiş savunmalarında Kemalizm’den örnekler vererek yaptıklarının 2. Kurtuluş Savaşı olduğunu belirtir. İsmet İnönü’ye çekilen telgrafta Garp cephesi komutanı payesi verilir. Samsun’dan Ankara’ya yapılan M. Kemal Yürüyüşü’ne DÖB (Devrimci Öğrenci Birliği) de katılır. DÖB’ün 1 numaralı kurucusu Deniz Gezmiş, 2 numaralı kurucusu Cihan Alptekin olduğunu söylersek ve DÖB’ün yürüyüşü gayet ciddiye aldığını, bu yürüyüşte basılan 100 bin adet bildiride Kemalizm’e övgüler dizildiğini de söylersek çıkış noktasına erişebiliriz. Yine aynı dönemin öğrenci liderlerinden ve sonradan farklı bir oluşuma giderek TİKKO’yu kuran İbrahim Kaypakkaya’nın en başında Kemalizm’e getirdiği doğru ve çarpıcı eleştiri ve saptamaları da belirtmek gerekiyor.
Sonuç olarak
Süreç içinde insanlar da düşünceler de değişir. Türkiye 68’i, çıkış noktası olarak M. Kemal’i antiemperyalist görerek yola koyuldu. Buna rağmen Kemalizm’den ve MDD’cilerden farklı olarak hem THKO, hem THKP/C, hem de TİKKO (başından beri Kemalizm ile mesafeliydi) Kürt halkının haklarına ve özgürlüğüne vurgu yaptı. Denizler ve Mahirler, mücadele başlayınca devleti de tanımaya başladılar. Ve Kemalizm’le ideolojik kopuş başladı. Kimisinde erken, kimisinde ise geç oldu ama oldu. Onlar yeni bir dünya istiyorlardı. Sömürüye karşı, bağımsız bir ülke için hayatlarını ortaya koydular. Kemalist soldan, Marksist-Leninist ideolojiye evrildiler. Castro’nun, Che’nin, Minh’in izini sürdüler. Onlar bu kopuşu yaşamasaydı, devlet ne Deniz, Hüseyin, Yusuf’u asar ne de Kızıldere’de Mahirleri infaz ederdi. Kısa sürede resmi ideoloji ile bağını koparan Kaypakkaya’nın akıbetine uğramazlardı. Onlar Kürt halkının dostlarıydı. Bugün kendisine sol diyen ve onların mirasçısı olduğunu belirten bazı çevrelerin, 50 yıl sonra Kürt sorunu hakkında, onların gerisine düşmüş olmaları da ibretliktir. Deniz idam sephasında haykırıyordu “Yaşasın tam bağımsız Türkiye!Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!” Onların değişim, dönüşümünü anlamak istiyorsak, ölmeden önce söylediklerine bakmak lazım. CHP, ulusalcılar onların ilk haline sarılıyorlar. Biz ise onların mücadele içerisinde, fikirsel olarak büyüyerek geldikleri sürecin mirasçısıyız. Selam olsun onlara!