İki dönem kayyım atanması yoluyla yerel yönetimlerde halk iradesinin gaspı sonrası yapılan üçüncü yerel yönetimler seçimlerinde de halk, oyunu özgür belediyecilik ve kendi iradesine sahip çıkma yönünde kullandı. Kayyım atanması yoluyla yeniden halk iradesinin gaspı muhtemel olsa da bu kez eskisi kadar kolay olmayacaktır bu. Yerel yönetimlerin, belediyelerin üzerinde düşünmesi ve yoğunlaşması gereken temel sorun, kayyım atanması tehlikesinden ziyade gerçekte halkçı bir belediyeciliğin nasıl yapılacağı ve geçmişteki derin hatalardan nasıl ders çıkarılacağıdır. Bu anlamda her alanda yoğun ve derinlikli tartışmaya, eleştiri ve özeleştiriye ihtiyaç var.
Bu tartışmaya sanat alanından doğru diğer alanlara da öncülük edecek, ön açan felsefi, entelektüel ve ideolojik bir tartışmaya duyulan ihtiyaç her zamankinden daha fazladır. Sanatsal üretimlerimizi, üretim biçimleri ve ilişkilerimizi tartışmaya başlamadan önce esas itibariyle öncelikli olarak günlük yaşamı nasıl kurguladığımız, kendimizi günlük yaşam içerisinde etik-estetik-ideolojik olarak nasıl konumlandırdığımız, günlük yaşam içerisinde neler ile ilişkilendiğimizi tartışmaya ihtiyaç var. Günlük yaşam pratiklerimizin, planlamalarımızın, içinde yaşadığımız şehir ile mekânlarla kurduğumuz ilişkilerin bizi nasıl belirlediğinden o kadar bihaber sürdürüyoruz ki yaşamı, bize kılavuzluk etmesi gereken paradigmanın neredeyse tam karşıtı sonuçlar üretiyoruz. Ve işin ilginç yanı neden başaramadığımıza dair de şaşkınlıklar yaşıyoruz. Ve her seferinde ve her pratiğimizde aynı yanlışı tekrar ederek doğru sonuca ulaşacağımızı zannediyoruz.
Mesela sanatı halkla buluşturma ve sanatı halkın içinde üretme, devletçe muntazam örgütlenen, bulduğu her boşluğa sızan kültürel soykırım politikalarına karşı ciddi bir örgütlülük yaratma noktasında neredeyiz, nasıl bir pratiğin sahibiyiz, nasıl yapıyoruz? Mesela geçmişte yerel yönetimler bünyesinde devasa salonlar, kültür merkezleri, kongre merkezleri inşa ettik. Hepsi de çok görkemli, çok güzel, son derece konforlu, gerçekten insanın keyif alarak film, oyun izleyeceği, müzik dinleyeceği salonlardı. Sanat eğitimi anlamında da gerçekten muazzam olanaklara sahip yerlerdi. Peki böyle merkezlerin olması yanlış bir şey miydi, ihtiyaç değil miydi? İşte burada kimin için doğru, kimin için ihtiyaç sorusunu sormak icap ediyor. Belediyelerin bizde olduğu son on yılda bizler bu kültür sanat merkezleri üzerinden ne ürettik, ne kadar insana eğitim olanağı sunduk, onlara nasıl bir eğitim verdik? Ve en önemli soru, bu merkezlerin sanatsal üretim ve eğitim süreçleri, içinde bulunduğu kentin dokusuna ne kadar nüfuz etti, ne kadar değişim yarattı, neye hizmet etti? Biz bu sanat üretim, eğitim ve paylaşma merkezlerini kentin bir-iki noktasında toplayarak, merkezileştirerek daha baştan kentin çeperlerinde yaşayan insanları bu olanaklardan mahrum etmiş olmadık mı? Merkezden uzak kentin çeperlerinde yaşayan ama özgürlük mücadelesinin ta göbeğinde olan ve bu anlamda verilen emeğin ve ödenen bedelin asıl sahibi olan insanlardan bu kültür ve sanat kurumlarını uzak tutan bir kültür sanat mekanı inşası, kurumlaşması bir sapma değil miydi? Yoksa onlar zaten sanattan anlamazlar mı? “Onlar zaten günün önemli bir bölümünde yaşamlarını geçindirmek için ağır koşullarda çalıştıkları için çok yorgundurlar, zamanları yoktur, o yüzden de sanatla uğraşmaya vakitleri yoktur mu” diyoruz. Sanat geçinme derdi olmayanların, boş vakti olanların uğraşısı mıdır?
Ve sonra bize böyle eleştiriler geldiğinde, yahut kültür sanat mekanlarını merkezlerde kurup çeperleri bundan yoksun bıraktığımızı fark ettiğimizde bu yanlışımızı düzeltmek, vicdanımızı rahatlatmak yahut görüntüyü kurtarmak için başka yanlışlar yaptık. Bu merkezlerdeki kültür merkezlerinde, merkezde olmanın kafasıyla ürettiklerimizi götürüp bu mahallelerde “halkla buluştururduk”. Merkezde ürettiklerimizi yılda birkaç kez mahallelerde halkla buluşturunca halkçı sanat mı yapmış olduk? Bu merkezlerde ayağı toprağa, sokağa değmeden üretilmiş bu sanatsal ürünler halka mı aitti? Görüntüyü kurtarmak için bazen de bu devasa kültür merkezlerini kentin çeperindeki yoksul mahallelerin orta yerine kurduk. Sözüm ona sanatı, sanat üretim merkezini halkın ayağına götürmek saikiyle bunu yapan kafa, böylesi yoksulluğun içine böylesi bir devasa binayı, görkemi, şatafatı dikmenin halka, halkın mücadele değerlerine hakaret etmek olduğunun farkında bile değildi. Her türlü olanağa sahip o konforlu kültür merkezinin yoksul evlerin ortasında yükselişinin yarattığı çelişkiyi göremeyen bizler, gerçekten bu kültür merkezlerini halka ait kıldığımızı mı zannettik? Bu devasa kültür merkezleri kafası, görkemli bina fetişizmi özgürlük paradigmasına mı yoksa tam da devletçi egemenliğin yeniden üretimine mi hizmet etti? Yeni dönemde bu merkezler, sanatla kurduğumuz ilişkinin neresinde duracak?