Siyasi krizin ekonomik krizle buluştuğu, birbirini yeniden ürettiği, kapitalizmin kendi tarihsel açmazlarında girdiği her girdapta olduğu gibi yaşama saldırısını şiddetlendirdiği bir dönemde, egemen sistemin ortaklaşarak inşa ettiği tahakküm sonucunda açığa çıkan yaşam krizlerine karşı suları, suyun can verdiği tüm havzaları, suyun beslediği, beslendiği ekosistemleri koruma sorumluluğu hepimize düşüyor.
Siyasetin, ekonominin krizlerle buluştuğu aşamada sokulduğumuz “güvenlik”, “kıtlaşma” iddiasıyla üretilen açmazlarda da halkların, ekosistemin yaşadığı yaşam krizlerini kendilerini kurtarmak için can simidi yaparak sadece kendi ülkelerinde değil bir yöntemle tahakküm kurabilme olasılığı olan çevre çeper ülkelerde de tahakkümü, sömürü mekanizmasını yükseltmeyi sürdürüyor.
Son günlerde izlediğimiz iki birbirine zıt buluşmayı saldırının yükselmesi- sorumluluğumuzun zorunluluğa dönüşmesi karşıtlığında birlikte değerlendirmekte yarar olduğunu düşünüyorum.
İlki; ekoloji mücadeleleri açısından önemli bir çalıştay olan İklim Adaleti Koalisyonu’nun düzenlediği madencilik alanı ile ilgili uzmanların ve ekoloji aktivistlerinin katıldığı 20 Nisan 2024’te İstanbul’da gerçekleştirilen İklim Adaleti Perspektifinden Madencilik Çalıştayı.
Diğeri Erdoğan’ın 22 Nisan 2024’te Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani ile birlikte Irak, Türkiye, Katar ve BAE arasında, Kalkınma Yolu Projesi’nde işbirliğine ilişkin 4’lü mutabakat zaptını/ Kalkınma Yolu Anlaşması’nı imzalaması. Hatırlayacağınız gibi COP28 buluşmasından hemen sonra BAE ile Türkiye’de yapılmasına izin verilen 10 yıllık enerji ve depolama anlaşması gerçekleşmişti. COP28’de Türkiye’nin taraf olduğu az sayıda anlaşmanın biri yeşil ekonomiye verilecek destek, buna bağlı kritik madenlere ön açan süreçlerin habercisi idi, diğeri endüstriyel tarıma yol açacak uluslararası anlaşmaların geleceğinin göstergesi idi. Türkiye Avrupa Birliği’nden ve Körfez ülkelerden gelecek mavi- yeşil fonlara, ülkede sermayeye açılacak alanları uluslararası şirketlere, devletlere sunma gayreti ile dönmüştü COP28’den.
Irak’ta geçtiğimiz hafta apar topar yapılan anlaşma sadece Körfez ülkeleri ile COP28 sürecinden sonra öngörülen anlaşmalar değil şüphesiz, Türkiye’nin sıkıştığı komşu ülkelerle girdiği diploması açmazı ve siyasi krizin ayyuka çıkan boyutunu görünmez kılma çabası diğer yönü ile siyasetin düğümünü çözebilmek için siyasi iktidarın zorunlu geldiği süreç bir diğer yanı ile.
10 Şubat 2024’te Irak Su Kaynakları Bakanı Aun Ziyab Abdullah, Erbil’de Rudaw’a yaptığı açıklamada Türkiye’nin Suriye ve Irak’a yönelik su politikalarını eleştirdi. Ankara yönetimlerinin 80’li yıllarda yapılan saniyede 500 metreküp su salımı anlaşmasına uymadığını söyledi. İran’ın su yollarını engelleme ve değiştirme yaklaşımının tehlike arz ettiğine dikkat çekerek, komşu ülkelerin bu tutumunun Irak’ta su kıtlığı yaşanmasına neden olduğunu söyledi ve uyardı.
Mezopotamya havzasında, Fırat ve Dicle’ye, onları besleyen tüm derelere yapılan HES’ler ile havzadaki tüm yaşam alanlarının dayanağı olan suya Türkiye el koymayı sürdürdü. Irak ve havzanın tamamında özellikle Irak ve Suriye’de yaşam giderek yok olmaya mahkum olmakta. Topraklar tuzlanmakta, tarım yapılamaz, tüm canlılar için yaşam tehdit altında sürmekte.
Irak’ta Kalkınma Yolu Projesi olarak gerçekleştirilen uluslararası bu buluşma Türkiye’de mücadele veren ekoloji örgütlerine ve halklara sadece Türkiye’de yapılanlara karşı durma sorumluluğu yüklemiyor, tüm Ortadoğu halkları ile dayanışmayı ve yaşamı birlikte korumayı, Kürdistan topraklarında “güvenlik” tülü ile gölgelenen ve devletler tarafından inşa edilen tahakkümü de önlemek için Ortadoğu halkları ile dayanışmayı da görev olarak bizlere bırakıyor. Su ve Mezopotamya havzasında sürdürülmeye çalışılan egemenlik arayışları bizleri kadim toprakları ve yaşamın temeli suları korumak, kollama perspektifiyle sahip çıkmamızı canlılar adına tüm ekosistemler ve halklar adına zorunlu kılıyor.
İklim adaleti komisyonunun madencilik faaliyetlerini belirleyerek tartıştığı çalıştayda suya ve yaşama yapılan müdahalelerin nedenleri, sonuçları tüm açıklığı ile belirtildi. Hepimize sorumluluklarımız hatırlatıldı:
“Açılan/genişleyen maden alanları nedeniyle habitat parçalanmaları, yaban hayvanlarının beslenme ve üreme sistemlerinin zarar görmesi ve temel ihtiyaçlarını karşılayamaması sonucu insan türüyle çatışmaların ortaya çıkması madencilik faaliyetlerinin durdurulmasını gerektirmektedir. Biyoçeşitliliğin devamı, orman, toprak ve su ekosistemleri bütünlüklü olarak korunmalıdır. Madencilik faaliyetleri doğayı olduğu kadar kültürel varlıkları da etkiliyor. Koruma mevzuatı bypass edilip maden yasasını önceliklendirmenin bedelini geçmişimiz, hafızamız silinerek ödüyoruz.”
Bugünün gerçekliğinde yaşam alanlarına tahakkümün “…. sermayeye servet transferi” olduğu vurgusu ile ve bu meşru olmayan siyasetin açıkça bir “topluma ve doğaya karşı savaş hukuku” olduğu vurgusu ile duyuruldu.
Bizler dünden daha kararlıyız; birlikte politik ayrışmaları çözümleyerek en iyi bildiğimiz öz savunma ile yaşamı korumayı sürdürüyoruz. Bir yandan ekolojik krizlerin sarmalı yaşamı zorlarken, diğer yandan bu krizleri kendisine kendini yeniden ürettiği fırsatına çeviren kapitalist sistemin stratejilerini yıkmak için birbirimize daha çok gereksinimimiz var; Birlikte düşünmekten, birlikte eylemekten daha da ötesi sistemin saldırganlığına karşı sömürüsüz özgür yaşamı yeniden örmekten vazgeçmeyeceğiz. Sular, doğal alanlar, yaşam özgürleşene kadar…