Siyasi özneler ya da sendikal güçlerin kendilerinden taviz vermeye, kendileri olmaktan uzaklaşmaya başladıkları her kırılmanın arkası daha vahim deformasyonlarla gelir. Bu tüm sınıflar ve sınıf örgütleri için geçerlidir. Burjuvazi bu konuda uzmandır, sınıf tutumundan taviz vermeden ama kitlelerde herkes aynı bütünün parçası, aynı geminin yolcusuymuş duygusu yaratarak yönetme sanatında ustalaşmıştır. Ayırt edici özelliği hangi kılıfların içine gizlenmiş olursa olsun sınıfsal tutumundan, sistemin kolektif çıkarlarından taviz vermemesidir.
Fakat “işçi ve emekçileri temsil ettiklerini iddia eden örgütlü kesimler için bu böyle mi?” diye sorulsa öncesi bir yana sadece son on yıllara baktığımızda net bir “evet” yanıtı almamız mümkün değildir. 1 Mayıs’larda sergilenen tutumlar ise bu halin en çarpıcı özeti niteliğindedir.
Bu yıllarda burjuvazi ve onun kolektif çıkarlarının bekçiliğini yapan devleti, ekonomik-siyasi-ideolojik-kültürel çok yönlü krizini hep saldırı konseptiyle yönetmeye çalıştı. İpin ucunu kaçıracak olursa bir daha toparlayamayacağı düşüncesiyle dizginleri sıkıca kavradı.
İşçi ve emekçiler açısından sınıfsal güçlerinin tartıldığı ve alana sınıfın dilinin renk vermesi oranında bu tartının hasmı üzerinde ciddi bir basınç oluşturacağı gündür 1 Mayıs. Taksim ise sınıfın kıran kırana yürüttüğü bir mücadele sürecinin ateşinde şekillenmiş ve onun tarihsel belleğine bir mücadele günü olarak kazınmış 1 Mayıs’ın bu tarihsel-sınıfsal anlamının kristalize olduğu bir simgedir. Bu bağlamda Taksim bir meydan olmaktan çıkmıştır; Taksim tartışması da zaten bu yüzden bir meydan tartışması değildir! Burjuvazinin güç yetirebileceğini düşündüğü her kesitte Taksim’i yasaklaması tam da bu anlamın sonucudur.
2013 sonrasındaki yasaklama, işçi ve emekçileri kentlerin dışına sürmeyi de beraberinde getiren kent rantı ve yağmaya dayalı birikim politikalarının dizginsizleşmesiyle çakışması işin bir yanıdır elbette.
Ama asıl hedeflerinden biri, faşizmin Führerci biçiminin inşa sürecinin hızlandığı o konjonktürde işçi ve emekçilerin iradelerinde ciddi bir kırılma yaratmaktı. Saldırıyı yıllarca süren dişe diş mücadelelerle kısa süre önce geri kazanılan Taksim’i “istersem geri alırım” pervasızlığıyla başlatarak önemli bir irade savaşının fitilini ateşlemek, işçi sınıfı saflarında, örgütlü kesimlerde bu pervasızlığıyla daha baştan parçalanmalar yaratmaktı.
Tarihsel hafızada köklü bir yeri olan bu simgeyi hedefleyerek aslında saldırganlığının boyutlarının altını çizmek, korku yaymak ve öncü güçleri giderek iddiasız hale getirmek önemliydi. O zamana kadar örgütlü güçleri kontrol edilebilir bir zemine çekmek için yapmadığı kalmamıştı, ama daha fazlasına ihtiyacı vardı. Hem o güçlerde hem de sendikal örgütlerde, sınıfın onurunu koruma iddia ve cüretini kırmak ve onları sınıfsal bir yozlaşmaya doğru zorlamaktı muradı.
Öncesi bir yana 2006’dan itibaren yeniden kitlesel sokak savaşlarıyla hedeflenen Taksim, 2009’a kadar böyle bir mücadeleyle açtırılmıştı. O zamanlar iktidar bloku bunu bir lütufmuş gibi sunsa da o sokak savaşlarının içine dert olduğunu kestirmek zor değildi. Aradan 2 yıl geçtikten sonra geri almaya yeltenmesine karşı en başta o savaşların moral gücü devreye girmişti. Keza o savaşlar, Taksim anlamının güncel sınıf mücadelesi içinde yeniden üretilmesi anlamına gelmişti. Yasağın ilk yıllarında sendikalar, meslek örgütleri ve devrimci-demokrat hareketin büyük kısmı bu anlamlarla yasağa karşı boyun eğmemiş, fiili meşru mücadele ruhunu kuşanarak 2 yıl boyunca geri adım atmamıştı.
Fakat bu tutumun iç zayıflıkları başından beri geriye doğru çeken dinamikler olarak işlemişti. Nihayet o dinamikler burjuvazinin saldırıları şiddetlendikçe baskın hale gelmiş ve Taksim kazanımını geri vermeme iradesi başta sendikalar olmak üzere solun büyük kısmında kırılmıştı. Gerekçe hazırdı: “Geniş kitleler katılamıyor, devlet terörü Taksim’i kitleler nezdinde marjinal bir hedefe dönüştürüyor.”
Oysa yasağa karşı 2 yıl üst üste yaşanan mücadelede Taksim ve civarı güçlü-kitlesel bir iradeyle dövüşülen alanlar olmuştu. Ya da daha sonra Bakırköy’de düzenlenen sonra Maltepe dolgu alanına alınan mitingler iddia edildiği gibi geniş kitlelerin aktığı, coşkunun yansıdığı alanlar olmaktan çok uzaktı. Çünkü ne “kitleler gelemiyor, alan göstermeli, gücümüzü tartmalıyız” diyen sendikalar buna uygun bir kitle çalışması yapmıştı ne de zaten gövdesiyle 1 Mayıs’ı sahiplenecek bir örgütlülük düzeyine sahip olmayan işçi sınıfı iddia edildiği gibi yasal bir alana akmıştı. Ama bu arada sınıfın öncü bölükleri giderek mücadele ruhundan, 1 Mayıs’ın anlamından uzaklaşmıştı. 1 Mayıs 1 Mayıs olmaktan çıkmış, alan kimin ne kadar kitlesinin olduğunun sergilendiği bir gösteri alanına dönmüştü.
Sözü şuraya getirmek istiyorum. Tarihte işçi ve emekçilerin, ezilen halkların ve toplumsal kesimlerin öncü-örgütlü güçleri ne zamanki kritik mücadele anlarında geri adım atmışlarsa arkası hep daha derin bozulmalarla gelmiştir. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasından vazgeçildiği ilk toplantıda rejimin saldırganlığındaki pervasızlıktan bahsedilerek bu süreçte gerekirse evlere kadar bile çekilip güçleri korumak gerektiğinden bahsetmişti sorunu hâlâ “meydan tartışması” olarak algılayan Taksim karşıtlarından biri. “Duvara dayanılıyorsa vahşi bir devlet terörüne hedef olmamak için geri adım atmayı bilmek gerekiyordu, sonra nasılsa yine dövüşülürdü” demek istiyordu.
O günden sonra “yine dövüşülürdü” yönüne bir türlü kaymadı ibre. Her defasında daha geriye gidildi; ruhsuz, anlamsız, sınıf mücadelesi açısından pek bir anlam taşımayan 1 Mayıs’lar “kutlandı”. Ama o süreçte mesela DİSK daha fazla CHP’lileşti, sendika ve meslek örgütleri her saldırıyı adeta sineye çekip bekleme yoluna giderek varlık nedenlerinden uzaklaştı. Onlar bunu yaşarken işçi sınıfının en örgütsüz bölüklerindeki kıpırdanışlar devam etti. Ama bunların hepsi kendi mecrasında akıp gitti, sınıfın en büyük kitle örgütleri olan konfederasyonların görüş alanına girmedi. Sınıf içinde oluşan birikime duyarsızlık devam etti, o birikimleri kolektif kazanım haline getirmek sorumluluğundan gitgide uzaklaşıldı.
Siyasi parti, örgüt, sendika… Her kritik dönemde kendisi olmaktan vazgeçtiği, küçük gibi görünen tavizler vererek yürüyebileceğini sandığında sonuçlar iflah olmaz bir yabancılaşma olarak gelmiştir. Bugün Taksim diyen DİSK’in CHP’yle kapalı kapılar ardından döndürdüğü kulislere, bakanlıkla yapılan görüşmelere bel bağlar hale gelmesi ve Taksim’e çıkışı üyelerinden ve devrimcilerden adeta kaçırması da gelinen noktanın özetidir.