Müziği, yaşamı, hayran kitlesiyle olduğu kadar ölümü ve cenazesinde yaşananlarla da kendi başına bir akım, bir sosyolojinin temsilcisi olan Müslüm Gürses, geçtiğimiz günlerde vizyona giren ve yaşamının anlatıldığı filmiyle gündemin en üst sıralarına oturdu. Bende yer eden Müslüm’ü bir gün yazacağımı elbette biliyordum, ama bu filmin ve çağrıştırdığı olumsuzlukların vesile olmasını istemezdim.
Diyarbakır’dan Adana’ya göç eden Kürt anne-babanın Adana doğumlu bir çocuğu olarak, çok erken tanıştım arabesk müzikle ve “Babalar”la. 1987’den itibaren tam 11 yılımı geçirdiğim Hürriyet Mahallesi, eski ve yoksul Adana’nın köklü ve namlı bölgelerinden biriydi, hâlâ da öyledir.
Yıllar boyunca onunla kurduğum ilişki devam etti. Evimde Müslüm’ün kasetleri seri halinde bulunurdu. Bütün okul harçlığımı onlara yatırırdım. Üniversiteyi kazanıp başka bir şehre gitmem gerektiğinde, hiç istemeden bu kasetleri satarak yol paramı çıkarmıştım…
Üniversiteye ilk adım attığımda hayatımda hem Müslüm vardı hem de Mozart! Bu ikisini yan yana telaffuz ettiğimde ve bu farklılığı savunmak durumunda kaldığımda üzerime çevrilen tuhaf bakışları bugün gibi hatırlıyorum. Hayatına dair karanlık ve acı detayları ilerleyen yıllarda öğrendikçe ona olan saygım büyüdü elbette. Her zaman bir derviş ruhuna sahip olduğunu düşünürdüm Müslüm’ün.
Bu dervişane tavır, yaşadığı acıyla ve ağır dramla baş etmenin bir yoluydu aynı zamanda. Her yönüyle affeden, bağışlayan ve bunu göze sokmayan bir kalenderlik. Kendisini bıçaklayan hayranını bağışlaması, temelini bu tavırdan alıyor kanımca. Bütün bu hatıralar, açığa çıkan bellek ve hislerle büyük bir heyecanla gittiğimi söylemeliyim filme. Ancak hayal ettiğim gibi olmadı.
Dilerseniz madde madde meramımı anlatayım:
• Bu filmin esas amacı, çok net söyleyebilirim ki, Müslüm Gürses’in hayat hikâyesinin kuvvetli dram öğelerine yaslanarak büyük bir prodüksiyon ve reklam ile gişe yapmak, para kazanmak. Yani filmin Müslüm Gürses diye bir derdi yok maalesef. Öyle olsaydı çok daha mütevazı bir bütçeyle derinliği fazla bir Müslüm portresi izleyebilirdik. Yazık, büyük bir fırsat ticari akla heba edilmiş.
• Film, hayat hikâyesi zaten dramatik öğelerle dolu olan Müslüm ve yine başlı başına trajik bir hayatın öznesi olan Muhterem Nur gibi iki ismi odağına almasına rağmen, seyirciyi ağlatayım diye uğraşmış; dramın dozunu yükseltmek için hiç ihtiyaç yokken hikâyedeki bazı öğelerin zamansallıklarıyla oynamış. Örneğin, Müslüm’ün annesi aslında şarkı yarışmasından bir gün önce öldürülüyor, ama filmde birinci olduğu günün akşamında öldürülüyor; Müslüm, Muhterem Nur’u filmde olduğu gibi sahnede değil, kuliste tokatlıyor; Gülhane konserinde değil, Bursa’daki bir konserde bıçaklanıyor vb.
• Bir diğer mesele, Müslüm’ün sesine, şarkılarına, yüzüne film boyunca hasret kalıyoruz. Bu tür filmler, bir bakıma kaybı yaşanan şahsı anmanın bir vesilesidir.
• Oyunculuk meselesine gelecek olursak, ortaya konan emeğin hakkını vermek gerekiyor. Belli ki Timuçin Esen, rolün hakkını vermek için olağanüstü çaba sarf etmiş. Ancak maalesef, abartılı bir tarzının olduğunu düşünüyorum. Zerrin Tekindor ise maalesef pek çaba da göstermemiş ve kötü bir oyunculuk sergilemiş. Müslüm’ün gençliğini oynayan Şahin Kendirci ise tek kelimeyle mükemmel oynamış. Ama filmin bence esas es geçtiği nokta şu ki, Müslüm’ün evlatları, hayran kitlesi filmde yok!
Fiziken sadece bir sahnede, meşhur Gülhane konserinde (1989) karikatürize edilerek görünseler de, ne bir diyalog, ne bir karakter, ne bir yan unsur olarak asla yer almıyorlar filmde. Bu aynı zamanda Müslüm’ün de kitlesiyle kurduğu ilişkinin, mütevazı ve eşitlikçi yaklaşımının es geçilmesine yol açmış.
Ezcümle, “Müslüm” filminin 2000’li yılların ortalarında başlayan “beyazlatma” operasyonunun bir devamı olduğunu düşünüyorum. Esas kitlesinden arındırılarak kitlelere sunuluyor. Yeri gelmişken söyleyeyim: Müslüm’ün bu ehlileştirilme sürecini hiçbir zaman onun hayranlarına bir ihaneti olarak görmedim. Müslüm’ün şahsındaki çelebilik bence zaten bütün farklı müzikleri bünyesinde eritebildiği gibi, bu müziklerle özdeş farklı toplumsal kesimleri de içermeli, içeriyor da. Ama burada esas problemli olan, Müslüm’ü ancak beyaz, ehlileşmiş haliyle kabul edebilen kesimin ikiyüzlülüğü.
Bahsettiğimiz ağdalı PR çalışmasının bir parçası olarak büyük paralar harcandığı belli olan filmde kullanılan kostümler Grand Pera isimli mekânda sergileniyor. Burası neresi diyecek olursanız, bir zamanlar içinde yer alan yüz yıllık Emek Sineması’nın yıkılıp AVM’ye dönüştürüldüğü Cercle D’orient’ın Yeni Türkiye’deki adı. Her şey, her değer yeni Türkiye’ye uydurularak, adapte edilerek varlığını devam ettiriyor veya içeriliyor.
Müslüm’ün ölümü çok şey alıp götürdü benden, bizden, hepimizden… Hele zamansız gidişi! Böyle mütevazı, çelebi, hırsı alınmış bir insanın yokluğu Yeni Türkiye’yi idrak ederken daha fazla hissettiriyor kendini. Filmin bir sahnesinde bir gazetecinin hayran kitlesi için “neden kendilerini jiletliyorlar” sorusuna, “yas tutuyorlar” cevabını verir Müslüm Gürses. Hayranları kendi bieysel ve toplumsal hayatlarının yasını tutuyorlardı o hayatteyken. Yas sürüyor! Bu yas, aynı zamanda Müslüm Gürses’e sahip çıkmayı da gerektirir. Baba’ya sahip çıkalım!
Bu yazı www.birartibir.org’dan kısaltılarak alınmıştır.