Halen İngiltere’de yaşamakta olan Osman Akınhay, üç kitapta toplamayı düşündüğü anılarının ilk kitabını yayınladı. Kendisini neredeyse 50 yıldır tanıyordum ya da tanıdığımı sanıyordum ama ülkemizdeki yayıncılık dünyasının bunca zorlu, çetrefilli ve defolu olduğunu doğrusu ben bile bilmiyormuşum meğerse…
Kaç defa söylemişimdir bilmiyorum ama yine tekrarlayacağım: Okumayı en sevdiğim kitapların başında biyografiler gelir. Resmi tarih subjektiftir, galibin kaleminden çıkar çünkü. Kendini yazan ya da (uzun söyleşi şeklinde) yazdıran kişi de öyledir aslında ama okuyan söz konusu tarih dilimini bilirse, kendini yazan kişinin -bilerek, isteyerek- atladığı kimi bölümlerin farkına varır ve oraları eler. Resmi tarihe karşı yazılır biyografiler. O yüzden, birçoğu yazanın yaşamını yitirmesinin ardından yayınlanır.
Bu hafta okuma ‘tezgahımın’ üstünde üç kitap vardı: Amin Maalouf’un son kitabı; Labirent: Batı ve Hasımları, Louis-Ferdinand Cêline’in Gecenin Sonuna Yolculuk ve Osman Akınhay’ın Heveskâr Çevirmen… Tamam, genelde birkaç kitabı birden okurum ama bu kez olay şöyle gelişti: Önce Cêline’in müthiş kitabını okuyordum. Dedim ki, “Aslan Asker Şvayk”tan sonra bir anti-savaş romanı daha buldum. Müthiş bir roman. Aslında kitabı birkaç günde bitirirdim ama sindire sindire yavaş okuyordum. Üstelik gündem de seçim olunca, insan haberlerde boğuluyor ve sakince kitap okumaya kolay kolay geçemiyor.
Sonra kimi yakın arkadaşlarım, Maalouf’un son kitabı üzerinde sözler söylemeye başladı WhatsApp ortamında. Maalouf’un neredeyse tüm kitaplarını okumuş biri olarak, beğeni sözlerine dayanamadım ve onu hemen Kızılay’daki Yapı Kredi Kitabevi’nden alıp, okumaya başladım. Kolay okunur ve son yüzyılı dört devlet-uygarlık üzerinden açıklamaya çalışan bir deneme olarak ona takılıp kaldım. Sonra ailemizin toplu kitap siparişine son dakikada eklettiğim Heveskâr Çevirmen, iki günde hemen geldi.
Osman’ın (Akınhay) kitabı hemen en öne geçti ve galiba üzerinden 24 saat geçmeden -sabaha karşı gazetenin işlerini bitirdikten sonra- kahvaltıya kadar, Kızılay’a işe giderken -otobüs ya da metroda- ve öğleden sonra yine gazetenin işleri bittikten sonra ve akşamleyin Netflix’ten film izlemekten vazgeçip, bitirdim. Neden mi? Öncelikle dedim ya, biyografi okumasını seviyorum. Dahası Osman’ı neredeyse 50 yıldır tanıyorum. Ama en önemlisi de bunca yayıncılık yapmış bir insanın sıkıntılarını ayrıntılarıyla öğrenmek istiyorum. Kitapta bin kişinin adı geçiyorsa, belki sadece yüz kişiyi birebir tanıyorum.
Tanışmışlık ya da aynı zaman diliminde ve aynı mekanlarda yaşamışlığımız o kadar çok ki… Örneğin ben Salihli’de doğdum, Osman Ödemişli. İki ilçenin arasında bir dağ var sadece. Ben orta ve liseyi Bornova’da İzmir Koleji’nde okurken, Osman Bornova’nın parklarını arşınlıyormuş. Ben, Ankara Tıp Fakültesi’nden Siyasal Bilgiler’e kendimi attığımda, Osman da benim gibi ilk tercihle oraya gelmiş. Ben kendisini pek hatırlamıyorum ama İlerici Gençler Derneği’ni Ankara’da ilk kuranlar arasındaydım. Ben birkaç arkadaşımla ‘çok keskin’ olduğumuz için İGD’den ‘atılırken’ Osman, TKP’nin daha ‘keskin’ tarafı olan İşçinin Sesi fraksiyonunu tercih etmiş; yani benden de keskin olmuş!
Dahası Osman’la aynı yıllarda hapishanelerde bulunmuşuz. Ben toplamda 13 yıl 6 ayın karşılığı olarak neredeyse 10 yıl hapis yatarken; Osman 11 yıl hapiste kalmış ama aldığı müebbet hapsi yatarken, denk geldiği ‘af’ yasası sayesinde. Osman’la ilk birebir tanışmamız Çanakkale E Tipi Cezaevi’nde aynı havalandırmaya çıktığımız blokta olmuştu, dava arkadaşı Abdullah Yılmaz ile birlikte. Cezaevinden tahliye olduktan sonra, ben Özgür Basın geleneğinin gazetelerinde çalışırken, Osman Akınhay’ın Everest ve Agora’da yaptıklarını izliyor ve kendi adıma seviniyordum; bu benim arkadaşım diye…
“Heveskâr Çevirmen” kitabını bir solukta okudum; çünkü Osman’ın Everest öncesi serüvenini bilmiyordum ve değineceği isimler hakkında ne düşündüğünü pek tahmin edemiyordum. İzmir’de ve sonra tutunmaya çalıştığı İstanbul’da sözü geçen ünlü veya ünsüz tüm yayın çevresinden kişilerle ilgili gözlemleri ve değerlendirmelerinde pek katılmadığım bir husus çıkmadı. Kalıcı olmayı başarabilen yayınevi sahipleri hakkında, para ilişkileri yüzünden, hayırlı anılarımız pek yok maalesef.
Yayınevleri kâğıt masrafından kaçamıyor, matbaa parasından kaçamıyor ve hatta istediği kadar marifetli muhasebecileri olsun, vergiden kaçınamıyor ama yazar, çevirmen ve özellikle de yayınevi çalışanlarının ücretlerinden kaçabiliyor; ya ödemeleri zamanında yapmıyor-yapamıyor ya da (örneğin yayınevi iflas ettiğinde) hiç yapmıyor. Yayıncılık kısa bir süre sonra iflas edecek yayıncıların ve onlardan daha hevesli yazar ve çevirmenlerin sayesinde ilerliyor. Kapitalist sistemin gereği olsa gerek, yayıncılık ve kitapların okura ulaştırılmasını sağlayan dağıtım şirketleri tekellerin eline kalıyor.
Osman Akınhay, anılarını üç kitapta toplamayı planlamış. “Heveskâr Çevirmen”, söz konusu üç kitabın ilki ve sadece benim gibi işi gücü basın olan birini değil, sizlerin de ilgisini çekecektir. Basınla, yayıncılıkla ilgili tanıdığım biri olarak Semih Gümüş’ün “Yaşadıklarım Belleğimde Uğulduyor” kitabı, -neredeyse hiçbir şey anlatmadığı için- beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Ama Osman Akınhay, beni hayal kırıklığına uğratmadığı gibi, beni ikinci ve üçüncü ciltler için büyük bir beklentiye soktu. Umarım İngiltere’de inzivaya çekilmiş birinin rahatlığıyla, basın hayatımızın defolarını ortaya dökmeye devam eder…