9 kişi var toprağın altında. 41 gündür. Daha doğrusu toprak da değil, tonlarca siyanürlü atığın altındalar ve muhtemelen daha ilk anlarda yaşamlarını yitirdiler. Ama oradalar, ölmüş olmaları, varlıklarını tümden ortadan kaldırmıyor. Ne olacağını biliyoruz hepimiz değil mi? Afşin Çöllolar’da gördük çünkü. Yine 9 işçiydi ve 13 yıl önceydi. Ikındılar sıkındılar, sonunda cenazelerin üzerinde üretime devam ettiler. Şimdi İliç’te de bekliyorlar. Bekler onlar. Beklerler; biraz unutulsun, biraz soğusun, bir yol bulurlar aynı haltı yemeye devam etmek için. Altın mühimdir çünkü; çok mühim. Onun uğruna Basra Körfezi’ne kadar bütün bir Mezopotamya’nın zehirlenmesi göze alınabilir, o kadar mühimdir. Hem ne olmuş ki, alt tarafı 9 kişi. 301 kişiyi yerin altına gömenlerin keyfi yerindeyken, hâlâ yaşıyor ve ‘işlerine’ devam ediyorlarken…
Kızının doğum gününü kutlayan bir adamın fotoğraflarına bakıyorum bu satırları yazarken, Oğuz Murat Acı… Hayatını söndürdüler adamın ve cinayeti işleyen kıymetli oğulcuğunu hızla önce Mısır’a, oradan Amerika’ya kaçırmayı beceren anne, neredeyse magazin malzemesi haline geldi. Orada da ne olduğunu biliyorduk değil mi? Daha önce Bağdat Caddesi’nde defalarca oldu çünkü. Daha 6-7 yıl önce babalarının arabalarıyla yarış yapan zengin veletleri kaldırımdaki çiçekçiyi öldürmediler mi? Üstelik bu en sonuncuda tek bir araba da yok; bütün basın yarışan iki arabadaki veletlerin isimlerinin baş harflerini veriyor sadece. Hepsi de büyük patronların, medya şirketi sahiplerinin çocukları…
Gök kubbe başımıza yıkılmalıydı. Yıkılmadı.
Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlunun öldürdüğü motokuryenin eşini gördünüz mü hiç peki, eşinin katiliyle telefonda görüşürken… O çaresizlik, o yalnızlık… Başlangıçta polisler dahil herkesten şikayetçi olan kadının sonradan tutumunu değiştirmesini hiç kınamadım, hiç de kınamam. Büyük konuşmam bu işlerde. Biri otizmli iki çocuğunuz varsa ve bu lanet olası ülkede arkanızı dayayabileceğiniz bir güç yoksa, hiç olmazsa onların hayatını ‘kurtarmak’ istersiniz; kim ne diyebilir ki buna?
Yıkılmadı gök kubbe yine. O zaman da yıkılmadı. Hiç yıkılmıyor.
Şunun şurasında üç-beş gün kalmışken, bunu söyleyip kimsenin hevesini kırmak istemiyorum ama seçimler bizi bozuyor arkadaşlar; çok bozuyor hem, herkesi bozuyor. Neredeyse yılda bir tane yapılıyor ve herkesi ‘kendisi’ olmaktan çıkaran bir deformasyona yol açıyor; daha da kötüsü zaten çoğu yapı için epeydir flulaşan ‘kendisi’ olma hali, giderek kalıcılaşan sislerin ardında görünmez oluyor, hatta varlığı tartışılır hale geliyor. Geçmişte, mücadele ve devrimci çalışma kendi seyrinde sürerken arada önümüze çıkan ‘seçim tartışması ve tavır belirleme’ mesaisi, giderek ‘iki seçim arasında ne yapılacağı’ tartışmasına dönüşüyor ve bunda öyle pek de büyük bir sakınca görülmüyor artık. Rasgelse de kenar bir mahallede hâlâ silinmemiş ya da bir şekilde duvarda yeniden zuhur etmiş bir “seçim değil devrim” yazılamasıyla karşılaşsak mesela, arkeolojik bir vaka gibi görünüyor gözümüze.
Yılda bir tane yapılıyor da -başlıkta önerildiği gibi!- hiç yapılmasın mı? Boşuna heveslenmeyin. Erdoğan, sanıldığının aksine seçimleri seviyor. Varlığını agresif ortam üzerine inşa ediyor; gece iktidar olarak kararname imzalayıp sabah muhalefet olarak dünya düzenine, rantçılara, memleketin kalkınmasını istemeyen hainlere giydirmeyi, böylece tansiyonu hep yüksek bir ortam yaratmayı seviyor. Dışarıda da sorunu yok pek. Dünyanın bu en karmaşık bölgesinde vazgeçilmez olmanın keyfini çıkarıyor ve işler Reosevelt’in bir zamanlar Somoza için söylediği (buraya aktaramayacağım) deyişinde olduğu gibi yürüyor. Böylece yalnızca iktidarı değil, muhalefeti de yöneten, canı istediğinde bir çukur açıp herkesi oraya sürükleyen siyasetini ciddi bir engelle karşılaşmaksızın sürdürüyor.
Bir de diğerleri var. Başımızın belaları.
Yılmaz Güney’in 1975 yapımı ‘Bir Gün Mutlaka’ filmini hatırlayanlar vardır; orada bir devrimci örgütün toplantı sahnesini de hatırlarsınız belki. Dün yeniden seyrettim. Örgütün sorumlusu olan kişi konuşuyor toplantıda: “Arkadaşlar biliyorsunuz, CHP’nin yarınki mitingine katılma kararı aldık. Kitlelerin CHP içinde toplanması, bizi her açıdan ilgilendirmekte.” Bir sonraki sahnede CHP mitingine geçiyoruz; ‘Halkçı Ecevit’ sloganları atılıyor ve Ecevit konuşurken kitlenin arasında ellerinde ‘NATO’ya hayır’, ‘Yaşasın işçi sınıfının birliği’ dövizleriyle toplantıdaki devrimcileri görüyoruz. Gerçi hemen ardından verdiği büyük işçi mitingi sahnesiyle durumu kurtarıyor ama Güney de sonradan üzülmüştür belki o sahnelere, bilemiyorum. Ama o gün bugündür ‘kitlelere ulaşma’ ve ‘daha kötüsünden sakınma’ adına yapılanlar ortada. Aradan elli yıl geçmiş, ‘oyları bölmeyelimciler’ ensemizden bir düşmediler gitti.
Velhasıl kelam, tamam, üç gün kala milletin şevkiyle oynamanın âlemi yok. Bu böyle gider şimdi, gitsin. Ama samimiyetle söylüyorum, bozuyor bizi. Herkesi bozuyor. Seçim bozmuyor aslında, bizdeki bozukluk seçim suretinde ortaya çıkıyor. Solu bozuyor; zaten bu işlere teşne olan reformist cenah bir yana ama ömrü hayatında sandığın kenarından geçmemiş örgütler ve (ben dahil) bireylerin avuç içi kadar beldeler için yazıp çizdikleri, sinirlerini oynatıyor insanın.
Dahası, kendilerine özgü gündem imkânları daha fazla olan Kürtleri de bozuyor. Cezaevlerindeki açlık grevleri misal gerilere düşüyor, gazetenin hak ihlalleri/cezaevleri sayfaları eskiden dolup taşarken haber bulamadığımız oluyor; çünkü muhabirler çok fena meşgul. Yani gazetecilik de değil bir noktadan sonra yapılan, doldur boşalt seçim ve aday haberleri kaplıyor her yanı.
Bitse de kurtulsak diyeceğim ama o kadar kolay değil. Aha bu bitti, artık üç yıl filan seçim olmaz diyenler varsa akıllarına şaşarım. Öyle bir şey yok. Hem daha bunun analizi var, erken seçim talepleri var, var da var…
Yaşayıp göreceğiz… Ben bıktım ama. Çok fena bıktım.