18 Mart günü, her yıl yapıldığı gibi Çanakkale Zaferi olarak kutlandı. Deniz’de 19 Şubat 1915’te başlayıp 18 Mart 1915’te sona eren, ancak karadaki savaş 9 Ocak 1916’ya kadar süren, I. Dünya Savaşı’nın bir cephesi olan Çanakkale Savaşı, sürekli olarak bu ülkenin ortak paydasından bahsedildiğinde atıf yapılan bir savaştır. Türkiye’de gelenek olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde yapılan savaşlar, eğer kazanılmışsa haziruna eklenir, kaybedilmişse de pek bahsedilmez. Ya da iç düşman, Arap’ın arkadan bıçaklaması, kar tipi vardı gerekçelerle geçiştirilir. Bu yıl da her zamanki gibi ülkenin her yerinde anmalar yapıldı, kahramanlıkların altı çizildi. Merasimler bittiğine göre Çanakkale Savaşı üzerine üç beş kelam edebiliriz artık.
Birçok devletin geçmişinde yaşanmış savaşlardan bazıları, özel önem atfedilerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Bazen yaşanan tarihi gerçekler, dönemsel koşullar, savaşa katılmanın amacı perdelenir. Yaşanmış savaş yeniden kurgulanır, kurgusu gerçekmiş gibi kayıtlara alınır. Kimi zaman da yaşanan felaket bir direniş ve kahramanlık destanıymış diye sunulur. Her ülkenin ders kitaplarında buna benzer örneklere rastlamak mümkündür. Örneğin bizde de Turan ülküsünü gerçekleştirmek adına Almanların talimatıyla ve Enver Paşa’nın talimatı uygulaması üzerine Sarıkamış’ta on binlerce insanın bir mermi dahi sıkamadan donarak ölmesi, hâlâ büyük kahramanlık diye anılır her yıl. Ama Çanakkale Savaşı’nın Türk tarihinde yeri ve anlamı başkadır. Savaş meydanında arta kalan üniformaları toplayan iki köylünün fotoğrafı, Osmanlı askerinin zor koşullarda yarattığı destan diye hâlâ birçok resmi dairenin duvarında asılıdır.
Geçtiğimiz yıllarda, Çanakkale Savaşı anması için burada savaşan Anzak askerlerinin torunları gelmişti yine. Savaşın yaşandığı bölgede sabahladılar. Medyada da savaşa ait anılar yeniden yazılıp çizildi. Tarihte Çanakkale Savaşı olarak geçen, aslında I. Dünya Savaşı’nın bir cephesini ifade eden bu savaş, Türkiye ve Avustralya ile Yeni Zelandalılar için çok farklı anlamlar ifade eder. Cephede savaş birçok insanlık dersi veren anekdotlarla doludur. Askerler, birbirilerini düşman olarak görmekten öte bir insan olarak görürler. Bütün bunlara eyvallah. Peki, bir savaş sadece bu insani boyuta sığdırılabilir mi?
Osmanlı İmparatorluğu, bir paylaşım savaşı olan I. Dünya Savaşı’na kendisi girdi. İsteyerek kazanacağını düşündüğü tarafın yanında yer alarak savaş sonrası ganimete ortak olmak hesabıyla yaptı bunu. Nasılsa Almanya Savaşı kazanacaktı. Alman sevdalısı Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sokmak için can atıyordu. Yani durup dururken kimse Osmanlı’ya saldırmadı. Enver Paşa, 5 Mart 1909’da askeri ataşe olarak Berlin’e gönderilmiş, burada Almanya’yı ve bu ülkenin kültürünü yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Bu dönemlerde Alman İmparatoru’na, ordusuna ve bürokrasisine hayran olmuştu. Bu aşırı Alman sevgisi, yabancı askeri ataşeler ve Alman komutanlar kadar imparatorun çevresinin de dikkatini çekmişti. I. Dünya Savaşı’nda Almanlar ile savaşa girme isteğinde bu dönemler etkili olacaktı. Hatta dönemin Alman İmparatorluğu’nun Büyükelçisi, Enver, Talat ve Cemal Paşalarla yaptığı görüşmeler, yine bu üç ismin Alman hükümetine çektiği telgrafların içeriği üzerine hükümetine yazdığı raporda Enver, Talat ve Cemal sarsılmaz bir şekilde Almanya’ya bağlıdırlar, bazen bizden daha çok Almancı olduklarından şüphe ediyorum diyecekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun sön dönemini zaten bu üç isim yönetiyordu. İstanbul’daki Sarayın bir etkinliği kalmamıştı. Bu 3 ismin zorlaması ile 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile gizli bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre Osmanlı, Almanya saflarında savaşa katılacaktı. Bu anlaşmaya göre Almanya, askeri heyetini Osmanlı İmparatorluğu’nda bırakacaktı. Ve Osmanlı Devleti, bu anlaşmaya göre komuta kademesinin dörtte birine Alman komutanları yerleştirecekti. Yani savaşa girmiş Osmanlı’yı cephede Alman komutanları sevk ve idare edecekti.
Peki, ne oldu da Osmanlı Devleti savaşa girdi? Aslında bir şey bahane olacaktı Osmanlı’nın savaşa girmesi için. Bu bahaneyi de Almanlar yarattı. O zamana kadar Boğazlardan savaş gemisinin geçmesi Boğazlar Sözleşmesi’ne göre yasaktı. Fakat Osmanlı İmparatorluğu-Almanya gizli antlaşmasından 8 gün sonra, 10 Ağustos 1914’te Alman bandralı Goeben muhabere gemisi ile Breslau kruvazörü İstanbul’a demir attı. Oluşan tepkiler karşısında İmparatorluk tam bir şark kurnazlığı sergileyerek gemilerin kendi malları olduğunu, Almanlardan satın alındığını söylediler. Gemideki Alman askerlere de Osmanlı askeri kıyafeti giydirildi. Bununla da yetinilmedi, 10 Ekim’de adı Yavuz ve Midilli olarak değiştirilen, personeli ise olduğu gibi Alman olan gemiler, Rus limanlarını bombaladılar. Böylece Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmiş oldu. Rusların yanında yer alan İngiltere ise, Boğazlar dışında Rusya’ya yardım edecek bir güzergâh bulamamıştı. 19 Şubat 1915 tarihinde İngiltere ve müttefikleri Çanakkale Boğazı’nı top atışına tutmaya başladılar. Böylece Çanakkale Savaşı başlamış oldu.
Yapılan anlaşmaya göre Osmanlı ordusunu 42 üst düzey Alman komutan yönetiyordu. 1. Ordu Komutanlığı’na atanmış olan Liman Von Sanders, Çanakkale Savaşı’nı yürütmek için 5. Ordu Komutanlığı’na atanıyordu. Osmanlıda Genelkurmay Başkanlığı yapan isim de Seeckt’ti. Yani bir İmparatorluğun Genel Kurmay Başkanlığı’nı, başka bir ülkenin askeri yapıyordu. 15. Kolordu Komutanı General Weber, 3 Ordu Komutanı da bir başka Alman Nicolai’ydi. Kilit olmayan birkaç komutanlık ise Osmanlı askerlerine bırakılmıştı. İmparatorluğun kaderi tamamen Alman devletinin eline teslim edilmişti.
Çanakkale Savaşı’nda Almanya İmparatorluğu komuta kademesi ile değil, toplarıyla, uçaklarıyla, denizaltılarıyla da Çanakkale’deydi. Gelibolu’da savaşa katılan uçaklarda görevli Yüzbaşı Halbrock savaş sonrasında hazırladığı raporunda şu önemli hususları rapor ediyordu: “1915 Ocak ayının sonunda Alman hava Üsteğmen Serno İstanbul’a gelerek Osmanlı hava birliğinin komutanlığını üstlenmiş, öncelikle Yeşilköy’deki hava alanını genişletmiş ve buraya hava bölüğünü yerleştirmişti. Bulgaristan’ın kabul etmesiyle 13 Mart’ta üç Alman uçağı ve üç hava balonu teslim edilmiş; bunlar Çanakkale’de kullanılmışlardı. Ağustos ayında ise savaşa iştirak eden uçakların sayısı altıya yükselmişti. Bu uçaklar karada savaşan askerî birliklere destek için bombardıman yapma, düşman askerlerine propaganda broşürleri atma ve düşman saldırıları hakkında istihbarat toplama gibi hizmetleri yerine getirmişlerdi. Kasım ayına gelince, balonların sayısı beşe ve uçakların sayısı ise sekize yüklemişti.” Bir başka Alman isim olan Von Usedom da Alman uçaklarının keşif ve bombardıman faaliyetlerinden bahsetmektedir. Carl Mühlmann’ın iddiasına göre ise savaşa doğrudan katılan Alman savaş uçağı sayısı savaşın sonuna doğru 16’ya ulaşmıştı. Hatta bunların altı düşman uçağını düşürdüğünü de yazmaktadır. Yine farklı kaynaklar, Alman uçaklarının Mayıs 1915’te İstanbul’a geldiğini ve bunlardan üç tanesinin Çanakkale’ye gönderildiğini söylemektedir. Temmuz ayında ise bu kez yedi uçak ve üç balonun daha geldiğini belirtiyor. Alman denizaltılarının Çanakkale Savaşı’na katıldığı da bilinmektedir. Almanya, İstanbul’dan gelen teklif üzerine Viyana’nın görüşünü aldıktan sonra altı denizaltıyı Çanakkale’ye göndermişti. Bunların bir kısmı Alman limanlarından, bir kısmı ise Avusturya’dan hareket ederek Çanakkale’ye intikal etmişlerdi. Bunlardan Kaptan Hersing komutasındaki denizaltı mayıs ayında iki İngiliz savaş gemisini batırmıştı.
Sonuçta 250 bin kayıp verildi. Bizim olmayan bir savaştı ve biz dâhil edildik. Almanların emrindeki İttihatçılar, Almanların ve kendi kişisel çıkarlarının ihtirasını Anadolu’nun gencecik çocuklarına kefen olarak ödettiler. Tıpkı Kore Savaşı gibi. Yine bizim olmayan bir savaşta bine yakın evladımızı kaybettik Kore’de. Buna rağmen tıpkı Çanakkale, tıpkı Sarıkamış gibi Kore’de de yaptığımız yiğitliklerden bahsedilir, savaşa niye girdiğimiz söylenmez.
Bu ülkede siyasi polemiklerde en çok kullanılan deyim Sevr ise ikincisi de Çanakkale Savaşı’dır. Çanakkale’de hep birlikte öldük denilir. Ulusalcısı, Kürtler az ölmüştür der, il il ölenlerin sayısını gösteren uydurma haritalar yayınlarlar. Kürt ise beraber ve çok öldük hakkımızı isteriz diye sitem eder. Kürt siyasi çevrelerinde bu ikinci argüman sıkça tekrar edilir. Sanki Çanakkale’de az Kürt ölmüş olsa hakkımızı istemek ayıpmış gibi. Yıllardır Çanakkale Savaşı adeta bir metafor gibi siyasetin ve Türk-Kürt kardeşliği söyleminin mihenk taşı gibi kullanılır. Evrensel demokratik değerlere, eşitlik ve özgürlüğe atıf yapmak yerine birlikte ölmeye yapılan her atıf, sonuçta mevcut statükoyu yeniden inşa etmek dışında bir işe yaramaz.
Söyleyin şimdi, Almanların emperyal düşlerinin peşine kuyruk gibi takılarak savaşa girmek, savaşın kazananı olduğunda ganimete ortak olmak, savaş komuta kademesini Almanlara bırakmak neticesinde ortaya çıkan manzaraya kahramanlık demek mümkün mü? Elbette cephede savaşan Türk, Kürt, Laz, Çerkes ve diğer halklardan gençler korkusuzca savaştılar. Ama bir bütün olarak resme baktığımızda bizi bu savaşa sürükleyen Enver ve çetesi büyük bir ihanet işlemişlerdir. Çanakkale Cephesi kazanıldı, peki sonrasında ne oldu? İmparatorluk bünyesindeki halklardan Ermeniler tehcire uğradı. Diğerleri Afrika’da, Ortadoğu’da, Kafkaslarda çocuklarını, gençlerini bizim olmayan bir savaşa kurban verdiler. I. Dünya Savaşı’nın bir başka cephesi olan Kafkasya’da, Sarıkamış’ta 60 bin insanımız, Talat, Enver, Cemal Paşaların ihtirasları, Almanya sevdaları sonucu donarak öldüler. Bu İttihatçı komitenin ülkeyi sürüklediği felaket bunlarla sınırlı kalmadı. Savaş boyunca 500 bine yakın asker-sivil yaşamını yitirdi. Ülke darmadağın hale geldi. I. Dünya Savaşı’nı Osmanlı İmparatorluğu kaybetti. Ama resmi tarih savaş kaybetmeyi literatürden çıkardığı için I. Dünya Savaşı’ndaki yenilgiyi Çanakkale Cephesi’nin kazanımı üzerinden perdelemeyi seçer.
Almanların yanında savaşa girmenin maliyeti böyleydi. Evet, Çanakkale Cephesi kazanıldı ama savaş bir bütün olarak kaybedildi. Çanakkale Savaşı, içinde barındırdığı öykülerle birçok savaştan farklıydı. Avustralya ve Yeni Zelanda’dan Britanya için savaşmaları için getirilen ve Anzak taburları olarak savaşa sokulan ve Anzaklar denilen insanlarla yapılan çatışmalar yer yere karşılıklı vicdanı barındırıyordu. Ama sonuçta bir savaştı ve onlardan da yaklaşık 200 bin insan öldü. Bu savaş özünde Almanya İmparatorluğu-Britanya İmparatorluğu savaşıydı. Bu savaş ne Anadolu halklarının ne de Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilen, ölüme sürülen gençlerin savaşıydı. Bu savaş bir emperyalist dünya paylaşım savaşıydı. Enver-Talat-Cemal üçlüsü olmasa belki de II. Dünya Savaşı’nda olduğu gibi Osmanlı savaşın dışında kalabilirdi. Kötü mü olurdu? Savaş ne kazandırdı? Bu sorular ne yazık ki hiç sorulmadı.