Yerel seçimlerin politik belirleyiciliği bir kez daha metropollerde yoğunlaşırken rejim sözcüleri politik ve iktisadi egemenlik stratejilerinin 31 Mart’a ve 1 Nisan sonrası senaryolarına nasıl yansıyacağını daha somut anlatılarla ifade zorunda kalıyorlar. Giderek daha açık konuşmaya, ellerini açmaya, ağızlarındaki baklayı çıkartmaya zorlanıyorlar, çünkü halk muhalefetinin sertliğinin sandığa yansıma olasılığını bertaraf etmek beklentileri yönetmeleri gerekiyor. Bir yandan ister istemez gerçeklerin yanından geçerken, öte yandan kendi vehim ve yanılsamalarını da ortalığa saçmak zorunda kalıyorlar. Hakikatler kadar hayallere de, halkın beklentileri kadar korkularına da sesleniyor ya da bunları kurcalıyor, böylece arkalarına dizemediklerini tarafsızlaştırmak, karşılarında ortaklaşmaktan caydırmak için sözle yapılabilecekleri bir bir deniyorlar.
Örneğin, Erdoğan’ın “sadece yatırım düşmanı olmanın ötesinde doğrudan ülkesinin ve milletinin düşmanı” olmakla suçladığı “Kanal İstanbul’a Hayır” kampanyasının bayrağının bir anda İstanbul’a kayyım adayı tayin edilen Murat Kurum’un elinde muhalefete sallandığını görüyoruz: “Kanal İstanbul, şu an İstanbul’un gündeminde değil. İstanbul’un öncelikleri var” diyor Kurum. TV’de “Cumhurbaşkanı ‘Kanal İstanbul’u yapalım’ dedi. Siz de ‘Bir dakika Sayın Cumhurbaşkanım bizim başka önceliklerimiz var’ der misiniz?” sorusuna balıklama atlıyor: “Derim tabii.”
2024 Merkezi Yönetim Bütçesi’nin yılın ilk iki ayında 304,5 milyar TL açık verdiğinin açıklandığı geçtiğimiz hafta, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek TOBB’da 365 oda ve borsa başkanına, “2024’te kimse bana bir şey istemek için gelmesin, para yok” diyor. Toplantıdakilerin onaylayarak aktardıklarına göre Şimşek, özellikle “bu yılın iş dünyası için zor geçeceğini” açıkça dile getirmiş: “Buna mecburuz. Aksi takdirde özel sektörün bundan sonra büyüyemez hale geleceği bir iklim ortaya çıkacak.”
Çalıştıkları yıllar boyunca devlete zoraki verdikleri sıfır faizli kredinin geri ödenmesinden başka bir şey olmayan aylıklarının enflasyona ezdirilmemesini talep eden emeklilere Erdoğan’ın yanıtı gerçekte, hazinenin dibini görmenin dehşetini yansıtmaktan ibaret: “Ülkemizde tek çivi çakmasak, bütçeyi buraya aktarsak bile yetmiyor. Deprem harcamalarının tamamını bu iş için kullansak bile yine yeterli gelmiyor. Devletin çalışanlarına maaşlarını vermezsek o zaman belki bu tutarı karşılayabiliriz.”
Yerel seçim atmosferinde yapılan bu üç açıklamayı alt alta koyduğumuzda rejim sözcülerinin, 31 Mart’a kadar ve 1 Nisan’dan sonra da kamu harcamalarının mümkün en düşük düzeye çekilmesine dayalı ekonomik politikaları her ne pahasına olursa olsun sürdürme kararlılığında oldukları görülebilir. Kurum’un Kanal İstanbul’da “geri adım” atmayı bir “kent sorumluluğu” gereğiymişçesine pazarlama cingözlüğü kimseyi yanıltmamalı: Erdoğan’a “kafa tutma” iddiası, kanalın bir ekolojik ve kentsel felaket olmasıyla değil, kaynak yönetimi açısından “Şimdi sırası olmamasıyla” ilgili.
Şu hâlde, merkezi yönetimin iktisadi zulmünden korunmak için metropol belediyelere sığınan kent yoksullarına tahsis edeceği herhangi bir kaynağı olmadığını itiraf eden rejim sermayeye ve emekçi/emeklilere zam ve kredi olarak akıtmadığı kaynakları nereye tahsis ediyor ve bu kaynak yönetim tercihlerinin toplumsal imaları neler?
Erdoğan ve Fidan bu soruya çam devirme pahasına açık sözlülükle yanıt vermekte duraksamıyorlar. Erdoğan en son 18 Mart’ta Ankara’da 4. Kolordu’daki iftarda yaptığı konuşmada hala kuşkusu -ya da tersine umudu- kalmış olanlara önümüzdeki dönem devletin kamu kaynaklarını sanayinin militarizasyonu ve askeri-sınai kompleksin tahkimine yönlendirme kararlılığını bir kez daha en şedit ifadelerle hatırlattı: “[…] Şimdi uçak gemimizi yaptık […] daha da büyüğünü yapma kararlılığımız var. […] Ve insansız uçaklarımız ortada […] Bunun dışında denizin altında da insansız deniz altıları yapmanın gayreti içerisindeyiz […] işte bunun için sürekli yerli ve milli savunma sanayi diyor[uz] […] Artık kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz dedik ve kestik. Bunu Cudi’de yaptık, Gabar’da yaptık, Tendürek’te yaptık, Besterdere[ler’de] yaptık, yaptık da yaptık […] Silahlı insansız hava araçlarımızla kendi ürettiğimiz mühimmatlarla yerli, milli silahlarımızda nerede bir terörist varsa buluyor ve başını kopartıyoruz. […] Güney sınırlarımızın ötesinde bir teröristan kurulmasına müsaade etmeyeceğiz. […] Irak hududumuzun güvenliğini bu yaz itibariyle komple garanti altına alacak Suriye’de yarım kalan işimizi de mutlaka tamamlayacağız.”
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da CNN’de “Süleymaniye’deki KYB liderliği ve onu oluşturan ekibin PKK ile olan ilişkileri, samimiyeti[nin]” kendileri için “artık ulusal bir güvenlik tehdidi ol[duğunu]” söyledi.
Görüleceği gibi, Erdoğan’ın kendisi başta olmak üzere rejiminin bütün karar verici organları ve unsurları “Kürt Sorunu”nu “terörizm”e indirgeyen bir “teşhis”le, kaynakları “düşük yoğunluklu savaş”tan bir tür “bölgesel harb”e dönüşmek üzere olan “silahlı çatışma”ya tahsise, ekonomiyi de bu akışa uydurmaya yöneliyorlar. Çözüm sürecinde TBMM’deki ilgili komisyona bilgi veren uzmanların altını çizdikleri gibi, devletler karşı ayaklanma tedbirleri kapsamında “terörizm” ile müzakere değil, terörist gücü imhayı esas alırken “halk ayaklanması”nın talep ve amaçlarını müzakere ve çatışmayı uzlaşmayla çözmeyi esas alırlar. Erdoğan rejimi, siyasi yönelimi, söylemi, devlet inşası pratiği ve güvenlik/özgürlük denklemini ele alışı çerçevesinde “Kürt Sorunu”nu terörizme indirgeyerek, herhangi bir hükümetin yapabileceği en önemli yanlışa saplandı.
Tarihin ve siyaset bilimi ışığında varılacak sonuç açık: “Yanlış hesap Bağdat’tan döner.” Bağdat’tan “biz de onlara terörist diyoruz” lafını almak, uzun vadede Bağdat’ın da baskı altında aynı yanlışa sürüklenmesinden başka bir anlam taşımayacaktır. Kürt sorununun 1960’lardan bu yana kaç “Bağdat Paktı” eskittiğini bilen bilir.
Ancak asıl sorun bu değil.
Asıl sorun, tarihen, siyaseten, kültürel olarak ve ahlaken bir haydut rejime dönüşmüş olan ve iktisaden halka kaynak aktarmayı aklından bile geçirmeyen, tersine halklarımızın sığındığı yerel yönetimleri zorbalıkla istila ederek yeniden siyasi İslam ve faşizmin arpalığına dönüştürmek üzere saldırıya geçmiş olan AKP-MHP-Ergenekon ittifakında demokratik bir dönüşümün muhataplarının mevcut olabileceğine ilişkin yanılsamanın da doğmuş ve söylem gücü kazanmış olmasıdır.
Her zaman kendi yaşam ve özgürlükleri önündeki engelleri optimal tercihlerle aşmayı bilen metropollerin kent yoksulları ve emekçileri, yerel seçimlerin metropollerde rejimin üstünlüğüyle sonuçlanması olasılığının bir imkan da olabileceğine dair mesnetsiz yanılsamalar ile sahadaki gerçekler arasındaki gerilimi eninde sonunda tabanda güçlerini bir araya getirerek aşmanın yolunu bulacaklardır.
Görünen o ki, yerel seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın “özeleştiri süreci”nin, “özeleştirinin özeleştirisi” süreciyle tamamlanacağı yeni bir dönem bizi bekliyor.