Toplumsal varoluşun dokusunda, birlik ve bütünlük arayışı asli arayışlar arasında. Esas sorunlardan birisi, bir arada yaşam ile bütünselliğin birbirleri ile olan ilişkisinin nasıl olması gerektiği. Bütün denilen kavramın altında tehlikeli bir ayartma yatabiliyor: kavram olarak birlikte yaşamanın ideolojik bir biçimde devlet yapısallığı üzerinden çarpıtılması, bu şekilde içeriğinin boşaltılması ve nihayet kavramın fetişleştirilmesi. Fetişler, gerçeği dolduran, gerçek sunulduğu takdirde saldırganlığa yol açabilecek denli güçlü yanılsama nedenleri.
Yanıltıcı bir ideal
Felsefi söylem bağlamında, Bütün fetişi, birlik ve bütünlük sunuyor gibi görünen ancak nihayetinde toplumdaki daha derin karmaşıklıkları ve çelişkileri gizleyen yanıltıcı bir ideal olarak anlaşılabilir. Lukacs’ın Marx’dan mülhem “yanlış bilinç” kavramını işçi sınıfının bilincini tartışmak yerine toplumsal değerlendirme kapsamında yeniden değerlendirebiliriz. Bu fetiş ve neden olduğu yanılsama içselleştirildiği oranda Öteki’ni dümdüz ya da yok etmeye yönelik bir ideolojik tahakküm mekanizmasının pençeleri taarruz etmeden duramıyor.
Peki nedir bu meşhur Bütün? Felsefede Bütün neden önemlidir? Belki Alman İdealizmi’nin doruk noktasındaki filozofu olduğu için genellikle Hegel’le birlikte zikredilen Bütün (ve Mutlak), aslında Alman İdealizmi’nin ana iştigal konularından idi. Sistem filozofları olan örneğin Fichte, Schelling gibi dönemin önde gelen düşünürleri de aynı şekilde Bütün ve Mutlak ile uğraştılar; hepsinin tanımları bir diğerininkinden farklı olsa da. Sistemlerini o meşhur tabiri ile kapatabilmek için Bütün onlar için vazgeçilmez olandı.
Saf düşüncenin ötesinde devlet tahakkümü
Saf akıl, saf düşünceden hayatın pratik alanına geçişte ise işler farklı gidebiliyor. Engels’in alaycı biçimde bu ‘saf’ olanı Almanya özelinde dile getirmesi onun ampirik olana verdiği önem nedeni ile. Engels, Hume ve Hobbes gibi isimleri Alman felsefi çerçevesi ile bu şekilde kıyaslarken 1844 Elyazmaları’nda Marx’ın nasıl saf düşünceden doğaya geçen, geçmek zorunda kalan tin üzerinden Hegel’e yaptığı eleştiri ile paralel tavır alıyordu.
Felsefe-otorite ilişkisinin incelenmesi bu nedenle önem kazanıyor. İmgelemi adeta aklın hizmetine sokma buyruğu(!) veren Kant’ın, pratik felsefe alanında akıldan devleti, imgelemden de sözgelimi sanatı vurguladığına dair görüşler değerli. Kant, Fichte gibi isimlerin ‘son kertede’ imgelemi aklın bir fakültesi olarak değil de akla karşı mücadele eden bir unsur olarak tasvir etmeleri aslında bize Bütün’ün ve Mutlak’ın nelere yol açabileceği hususunda fikir veriyor. Sanatçının devlete karşı eleştirisinin imgelemin akıl karşısında hezeyanı olarak düşünülmesi gibi anti-demokratik, tahakkümcü çağrışımlar kaçınılmaz.
Hegel’de Bütün
Hegel’de Tin, tarihte aklın sürekli yolculuğunu toplumsal zeminde uğrak noktaları ve Mutlak (Kavram) üzerinden tasvir eder. Mutlak ve Bütün -birçok farklı görüşün yanında- daha çok hipotetik, olası ki asla erişilmeyecek nihai olanın tasviridirler. Filozof, kendi yaşadığı dönem ile noktalar felsefi tasvirini. Hali ile kendi dönemini de kurgusal olarak Mutlak’a varan bir tin üzerinden tasvir eder ve Bütün’ü bu şekilde, içkin tüm çelişkileri çözerek tamamlar. Diğer bir deyişle, aslında tamamlanmamış olanı sadece kurgul (spekülatif) olarak tamamlar. Tüm görkeminin ötesinde yatan durum budur Hegel’in çerçevesinde. Hegel’de Bütün fetiş değil; spekülatif ve pratiği reddetmeyen ancak pratiği tinin gelişimine bir ereksellik bağı ile endeksleyen bir yapı mevcut.
Bir tanıdığım Hegel’in sistemini kapatmasını savunma bağlamında ‘Bir araba alsam kapalı sistemi olsun isterim; arabanın benim dışımda kendi inisiyatifini kullanmasını tabi ki istemem’ demişti. İlk anda mantıklı ve doğru gelen bu önermede gözden kaçırılmaması gereken şey ise o arabanın “o zamanın” bir arabası olması ve mevcut sistemin sonra başka sistemler tarafından ikame edilecek olması. Hali ile kapalı sistem aslında sadece o uğrak noktasında bir kapalılık; yerinin doldurulacak olması nedeni ile dolaylı anlamda ‘açık’.
Politik alanda Bütün’ün fetiş etkileri
Politik alanda Bütün’ün içerdiği fetiş riski, işte bu kapalı denilen sistemin tamamen kapatılması, mutlak hale getirilmesine yönelik doktrinler ve yaptırımlar ile ilintili. Değişmeyecek, adeta her çelişkisi çözülmüş bir mutlakiyet izlenimi veren ama gerçekte beka sorunu söyleminden vazgeçemeyen, gerçek yerine kendi yanıltıcı, sahte gerçeğini yerleştiren sistemler Bütün’ün fetişist görünümleridir.
O halde ana iki hat kalıyor elimize; ya Bütün’ün sadece yaşadığımız dönem ve çok sınırlı bir zamandaki bir uğraktan ibaret olduğunu kabul edecek erdeme sahip olacağız ya da -daha sağlıklı olan bir biçimde- Bütün ve Mutlak diye yanılsamalar okyanusunda hayatı karanlık hale getiren fetişleri yaşamın pratiği ile jargonumuzun dışına taşıyıp mahkum edeceğiz. Sanırım bu Hegel ile Marx’ın dünya görüşlerindeki en ciddi farkların da nedeni. Hegel’in görkemi beni hep etkiledi ancak pratik, kurgusallığın saflığının tehlikelerine maruz kalmayacak kadar önemli, yaşamsal bir faaliyet.
Kapalı değil ucu açık ve sürekli eleştiriye açık bir sistem
Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels teorik çerçevelerin sadece teorik tartışmalar üzerinden süregitmesinin ne kadar yaşamın gerçekliğinden kopuk olduğunu ortaya koyarlar (I. Kitap – Feuerbach). Günümüzde de akademi hastalığının kronik tezahürlerinden olan bu durum teori fetişizmi ve pratikten uzak -ve belki de niyetli- bir kültürelliğe tekabül ediyor.
Sağlıklı olan, nasıl Marx’ın toplum ve ekonomi politik analizlerinin hedefinde sermaye toplumu yer aldı ise, aynı şekilde günümüzde sermaye toplumunun değişen formlarının güncel eleştirisini yapmaktır. Hayatı sermaye toplumunun içinde yaşarken ana eleştiri nesnesini o toplum ve bileşenlerinin analizine ve eleştirisine yöneltmemek kültürel alana hapsolmak ya da dogmatik bir alanda ısrar etmeye yol açıyor. Adorno, kitle kültürünün bireysel ifadeyi bastırma ve tahakküm ve kontrol sistemlerini sürdürme biçimleriyle derinden ilgilenmiştir. Adorno’nun analizinin merkezinde, kültürel üretimin standartlaştığı ve metalaştığı, kitlesel zevk ve tercihlere hitap eden “kültür endüstrisi” kavramı yer alıyordu. Bu metalaşmış ortamda, kâr ve kitlesel çekicilik arayışı, sanatsal bütünlük ve kültürel çeşitliliğin önüne geçti. Adorno, Bütün’ün peşinde koşmak bir fetiş haline geldiğinde, çeşitliliğin boğulduğu, muhalefetin susturulduğu ve azınlık seslerinin marjinalleştirildiği konusunda uyarıda bulunmuştur. Negatif Diyalektik’i esaslı bir Hegel eleştirisidir. Kültürel ortam, özgünlüğün standartlaşma uğruna feda edildiği, baskı ve sömürü sistemlerinin sürdürüldüğü bir savaş alanına dönüşürken günümüzdeki haller Adorno’yu haklı çıkarmaya devam ediyor. Ne kadar sosyalist çeperden uzaklaşmış ise de Frankfurt Okulu’nun bir döneminin eleştiri nesnesi hususunda Marx’a çok yakın bir yerde konumlandığını söylemeliyim.
Son söz niyetine
Bütün’ü fetişleştirmenin sonuçları felsefi söylemin ötesine geçerek gerçek hayattaki mücadelelerin ve kültürel anlatıların dokusuna sızar. Tarih boyunca emperyal güçler kendi kültürel normlarını sömürgeleştirilmiş uluslara dayatmış, ilerleme ve uygarlık adına kadim kimlikleri silmişlerdir. Sömürgeciliğin utanç mirası, ulusların, azınlıkların ve diğer toplulukların asimilasyon gibi kalıcı etkileriyle boğuşmasıdır. Bu miras veya halen süregiden sömürgecilik içinde yaşadığımız dünyayı şekillendirmeye devam ediyor. Modern ulus-devletlerde, zorla asimilasyon politikaları diğer ulusları ve azınlık kültürlerini örseleyerek, Ötekileştirerek veya marjinalleştirerek ayrımcılık ve eşitsizlik döngülerini sürekli hale getirdi veya getirmeye devam ediyor.
Bütün’ün fetişleştirilmesinin yalnızca felsefi bir soyutlama değil, toplumun dokusuna yönelik somut bir tehdit olduğu açık. “Tek …, tek …” diye giden söylemlerin altında yatan gerçek Öteki’nin olmasına duyulan düşmanlık ve onu görünmez kılma isteği. İçindeki tikellikleri, farklılıkları, toplumun içinde bireyi yeşertemeyen bir yapısallık, tıkanık ve gelişime ket vuran bir durumdan fazlasını göstermez, gösteremiyor. Toplum denilen oldukça karmaşık yapısallığın bağrında içinde yol alırken, eleştirel düşüncenin maddi koşullarını oluşturan sağlıklı toplumsal üretim ilişkilerinin Bütün fetişine değil çokluğa, farklılığa dayanması esas. Bu nedenle, tikeli yutmayan, Bütün’e boyun eğdirmeyen, toplumun bireyin karşısında baskı aracı olma dışında bir işleve sahip olduğunu esas alan, farklılığın zenginlik olduğunu ortaya koyan bir sistemde ısrarcı olmaktan vazgeçmemek gerek.