Hemen hemen okuduğum bu kitabın her cümlesinde; ekranlarda açık açık gördüğümüz, canlı tanıklardan dinlediğimiz, okuduğumuz o unutulmaz 3 Ağustos 2014 Şengal Katliamı’nda yaşanan vahşeti, dehşetle görüyor, aynı acıyı tekrar yaşıyordum adeta…
İskan Tolun
Aziz Nesin’in Yokuşun Başı/Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-2 adlı kitabını zevkle okudum. (Geçenlerde Yokuş Yukarı/Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-3’ü de okumuştum/275 Sayfa. Zira bu 2. Cild/450 Sayfa elime çok geç ulaştı) Aziz Nesin çocukluğunu, gençliğini, dolayısıyla özyaşam öyküsünü anlatıyor bu kitapta. Kitap, ahlak babında, zamanın düzenine ayar verecek nitelikte:
“….., yirmi-yirmibir yaşında delikanlılarla onbir-onüç yaşında çocukların aynı sınıfta yatılı olarak okumalarıydı. Bu çok yanlış tutumun bizden önceki kuşak zamanında da böyle olduğunu gösteren belgeler var.” (257. Sayfa) Geçmişi okuduğu gibi geleceği de görüyor Aziz Nesin…
Aziz Nesin henüz 12/13 yaşındayken bir gün okuldan kaçıp İzmit’e gidiyor. Parasını son kuruşuna dek harcamış ve başı önünde rastgele bir parka doğru gidiyor. İki öğretmenle tanışıyor ve bilgisine, zekasına hayran kalan bu öğretmenler onu hemen alıp götürüyorlar. O yaşta Aziz Nesin yüzlerce öğretmene ders veriyor:
“O parka girip bir sıraya oturdum. Ne yapacağımı düşünmeye başladım. Akşam üzeriydi. Gece olunca ne yapacaktım, nerede yatacaktım? Az ötedeki tahta park sırasında bir kızla bir delikanlı oturmaktaydı.
….
Onlarla orda nasıl tanışıp konuşmaya başladığımı şimdi hiç anımsayamıyorum. Ama onlarla konuşmak için kesinlikle ilk sözü ben söylemiş olamam.
Darüşşafaka’dan kaçtığım günlerde Arap harfleri kaldırılmış, yerine Türk abecesi olarak Latin harfleri alınmıştı. (99. Sayfa)
Beni getiren kızla delikanlı öbür öğretmenlere tanıttılar, övdüler. Onlar da beni soru yağmuruna tuttular. Verdiğim cevaplara şaşırıyorlardı. Derslikteki karatahtaya Latin harfleriyle yazdığım yazılar onları büsbütün şaşırtmıştı. Kursa gelip öğrenmeye çalıştıkları şeyi ben biliyordum. (101. Sayfa)
Bir okul öğrencisi kadar öğretmen vardı, belki iki-üçyüz kişi…” (102. Sayfa) Evet, öğretmenlere ders veren kaçak, küçük öğrenci Nusret. Yani Aziz Nesin.
“Kumbaramı doldurmuş, coşkuyla bankaya götürüp içindeki paraları yatırmıştım. İkinci kez kumbaramı doldurmaya çalışıyordum.
Eminönü’ndeki Esnaf Bankası önünden geçerken o bankanın sahibiymişim gibi olurdum. Bu yüzden ordan geçmek hoşuma giderdi.
…..
Bir gün yine ordan geçiyordum ki: Aaa!.. Banka yok, banka yerinde yok! Banka kapalı.
…..
Çok sonraları öğrendim ki Esnaf Bankası batmış… (322. Sayfa)
……
Sonraları, şanssızlığıma kanıt olarak, bankayı bile batırdığımı, koskoca bankanın para yatırdım diye, benim zengin olmamam için battığını söyleyip çok gülmüşümdür.” (323. Sayfa)
Zengin olma hayalinden geri adım atmıyor hiç ve ne var ki, parayla doldurduğu kumbarası her (5, 6 kez) defasında sınıf arkadaşları tarafından yürütülüyor. Buna üzülecek iken gülüyor, güldürüyor, düşündürüyor Aziz Nesin.
“Oldum olasıya şu tüfeği bitürlü sevmemişimdir. Tüfeği neden sevmediğimi öğrenciliğimde bilmiyordum. Çok sonraları düşüne düşüne buldum. Herkesin şapkası, kendi başının büyüklüğüne göre. Ayakkabımız, ayağımıza göredir. Giysimiz de böyledir. Ama tüfeğe gelince bütün tüfekler hep bir boydaydı, oysa tüfeği taşıyacak olan bizler, hep bir boyda değildik. Bir seksen boyundaki öğrenciyle bir ellisekiz boyundaki öğrenci, omuzlarında hep aynı uzunluktaki tüfeği taşıyorlardı.
………
Kısa boyluydum. Hoş, sonraları da boyum uzamadı ya…
………
Tüfekten başka palaska, kütüklük, kasatura, matara, ekmek torbası, arka çantası, bunlara ek olarak Harp Okulu’nda verilen harita çantası, dürbün, hele Harp Okulu stajında verilen tel makarası, portatif kazma küreği de kuşanınca, ben bütün bu kalabalık görüntünün altında görünmez olurdum. Doğrusu, bu kılıkta kendimi uzatan görüp gülmeyi çok isterdim.” (353. Sayfa)
Aziz Nesin’in mezkûr kitabını okuyordum, henüz bitmemişti; değerli bir (İbrahim Mor) arkadaşım bana, alttaki bu güzel kitabı hediye olarak verdi, sağolasın!..
Örs ve Çekiç Arasında Yetişen Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Yaşamı, Mücadelesi ve Geçmişin Değerlendirmesi adlı kitabı ilgiyle okuyorum şimdi. (Halkın Birliği Yayınları 1. Basım: 2015 İstanbul/372 Sayfa)
Deniz’in Ütopyası adlı romanım için araştırma yaptığımda sık sık İbrahim Kaypakkaya ile ilgili metinler okumak durumunda kalıyor, saygı duyuyordum ve bu araştırma yaklaşık dört yıl sürmüştü. Dolayısıyla pek detaylı olmasa da, Deniz Gezmiş’in sık sık görüştüğü İbrahim Kaypakkaya da mezkûr romana duhul olmuştur.
BEGO
Dersim 1938 Ve Sonrası, adlı (Belge Yayınları Birinci baskı 1 Eylül 2018/110 Sayfa) kitabı geçen yıl okumuştum ve hâlâ aklımda, unutmamıştım. Nitekim, unutulacak bir kitap değildir…
Bu kitap, Dersim Katliamı’ndan bir mucize eseri, sağ kurtulmuş olan canlı bir tanığın ağzından kaleme alınmıştır. Bu değerli eseri okuyup bitirince yorumlamayı tasarlamıştım ama; Dersim Katliamı, soykırımdan geçirilmiş masum halkın tabiriyle Dersim Tertelesi üzerinde çok yazılıp çizilmişti ve 3 Kafadar’ın Dönüşü, İbret Ulu Tanrım gibi birkaç romanıma da konu olduğu için ikircimliydim doğrusu. Ama unutmamıştım, aklımdaydı hep. Demek kısmet bugüneymiş.
Nitekim, Dersim Katliamı/Tertelesi ile ilgili onlarca kitap, yüzlerce makale okumuştum. Ama bu kitabı okurken, küçük BEGO ile Dersim dağlarını, Munzur kıyısını adım adım dolaşıyordum sanki. Çok anlaşılır bir dille betimlemiş Rose Polat Agum. Bir anlatı ancak bu kadar olur…
Peki, Dersim Katliamı’nın canlı tanığı küçük Bego/Dede Bego nasıl sağ olarak kurtulmuştu?
“Ablamın başı elimin içinde dağıldı. Gövdesi çuval gibi yere düşerken, nasıl olduysa ben havalanıp epeyce uzağa savruldum. (41. Sayfa)
Cesetlerle birlikte onu ölü sanıp yardan aşağı, taşkın sulara atıyorlar ve zamanla kendine geliyor:
Bir salkım söğüt dalına uzanırken sağ elimde bir eksiklik duyumsadım. Elimi dala atıyor ama dalı kavrayamıyordum. O zaman baktım ki parmaklarım yerinde yok. Elimin altında ablamın başını parçalayan kurşun beraberinde parmaklarımı da uçurmuş, o ana kadar bunu fark etmemişim.” (44. Sayfa)
Hemen hemen okuduğum bu kitabın her cümlesinde; ekranlarda açık açık gördüğümüz, canlı tanıklardan dinlediğimiz, okuduğumuz o unutulmaz 3 Ağustos 2014 Şengal Katliamı’nda yaşanan vahşeti, dehşetle görüyor, aynı acıyı tekrar yaşıyordum adeta:
“Gola Dersimi” dedikleri baştan başa kan gölüne dönüşmüştü. Herkes, herşey ateşler içindeydi. Köyler, komlar yanıyordu. Gizlendiğimiz dağ yamaçlarından görünen yangın yerlerinde can verenlerin, yanıp kül gidenlerin kederini taşıyorduk. Gözlerimizin önünde yok oluyordu Dersim; canlı cansız ne varsa kül oluyordu hepten. Yeri göğü saran dumanlar, kara bulutlar dağılmak bilmiyordu.
………
Yangınlar içinde geçiyor upuzun yaz. Dökülen derelerce kan seli söndürmüyor yangını. Yorulmuş, tükenmişiz. Hayatta kalışımızın anlamı kalmamış. Can telaşımız bizi canımızdan usandıran bir raddeye varmış. Yorulmak bilmiyor peşimizdeki kırım alayları.
Genç kızlarının ellerinden tutup beraberinde kendilerini uçurumlardan atan anneler çoğalmıştı. Ormanlarda kendilerini asanlar, Munzur’un Harçik’in taşkın sularına kendilerini bırakanlar, kucaklarında bebeleriyle alevlerin arasına koşanlar görüyor, duyuyorduk.” (59. Sayfa)
Bu 59. sayfa sadece küçük bir örnektir. Mezkûr kitabın her sayfasında, bunun benzerini ve hatta çok daha da fazlasını okumak mümkündür.
Önsöz yerine boşluk başlığı altında:
……. “Son basamakta durup selamlarını verdiler ve içlerinden biri geliş sebeplerini açıkladı:
“Amca biz Cumhuriyet Halk Partisi adına seçim çalışması yürütüyoruz. Cumhurbaşkanı ve milletvekili adaylarımız için sizden oy istemeye geldik!”
Bu sırada Bego amca ayağa kalktı, grubun sözcüsüne iki parmağı kesik sağ elini uzattı ve şunu dedi:
“Kızım hoş geldiniz! Hele Cumhuriyet, elimde boşluğu duran parmaklarımı geri versin önce!”
Kadınlar kendilerine uzatılan elin parmaksızlığını fark ettiklerinde şaşaladılar, ne diyeceklerini bilemediler. Sahneyi sessizce izleyen ben düşündüm ki, hiçbir cümle işaret edilen boşluğu dolduramazdı.” (Emirali Yağan/9. Sayfa)