Hiyerarşik devletçi toplumun yaratmış olduğu krizler dünya genelinde hissedilir ölçüde derinleşmektedir. Üçüncü Dünya Savaşı diye adlandırılan bu süreç mevcut çoklu krizleri giderme veya kendilerine engel olarak gördükleri oluşumları, mücadele eden güçleri yok etme, temizleme, yeni bir sistem kurma arayışıdır. Devletçi uygarlık güçlerinin bu siyaset anlayışı başta Ortadoğu olmak üzere, birçok coğrafyada hakikat ve özgürlük arayışında olan güçlerin direnişine çarpmaktan kurtulamadı. Ortadoğu ve bölge devletlerinde çeşitli güçlerin direnişine çarpan kapitalist modernist güçler, Ortadoğu ve dünyaya yeni dizayn verme pratikleri sistemsel krizi aşmak şöyle dursun sistemin krizini daha çok derinleştirmiştir.
Kapitalist modernist güçlerin ve onların bölgesel destekçilerinin politikalarından kaynaklı olarak birey, toplum ve doğa dengesi bozulmuş, çelişki, çatışma, savaşlar yoğunlaşmış, kişiye endeksli siyaset anlayışı toplumda hakikat yitimine yol açmış, ekolojik felaketler, kimyasal, fiziksel, biyolojik atıkların yarattığı olumsuz sonuçlar toplum ve doğanın sağlığını olumsuz etkilerken; hakikat ve özgürlük mücadelesi veren güçlere yönelik baskının bin bir türlüsü derinleştirilerek uygulanmaktadır. Bütün bu yaşanan olumsuz gelişmeler doğalında Türkiye’yi de etkilemektedir.
Cumhuriyet modernitesi kuruluş itibariyle yaşamın birçok alanında “ötekiler” yaratarak varlığını devam ettirdi. Binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan kadim halklar, kültürler, inançlar, kimlikler özne durumunda olmayarak, nesne olarak kabul edildiler. Ötekilerin, varoluşlarından kaynaklı haklarına yönelik talepkârlıkları otorite, baskı, şiddet, toplumkırım, sürgün, asimilasyon gibi yöntemlerle karşı koymaları, şiddet araçlarını yoğunlaştırmaları günümüzde de yaşadığımız sorunların temelini oluşturmaktadır. Bu gün yaşanan ekonomik, kültürel, sosyal sorunların; termik santralların, siyanürlü altın çıkarmadaki ısrar, maden ocaklarından kaynaklı yaşanan katliamlar; kadın, gençlik, emekçi, aydın ve farklı bir yaşam mümkündür diyenlere yönelik baskılar ve bu kesimlerin yaşadıkları sorunlar; yasama, yürütme ve yargıdan kaynaklı yaşanan sorunlar, bir taraftan ekonomik çöküntü yaşanırken bir taraftan sınırsız zengin olanlar, her gün artan dış borç ve kayıt dışı ekonominin serbest olması, eğitimin, akademi dünyasının ve kamusal alanın dincileştirilmesi, farklı kimlik ve inançtan olanların kendi varlıklarını devam ettirmelerinin engellenmesi gibi durumlara bakıldığında yapısal ve sistemsel krizin derinleşmekte olduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Yapısal krizin temel nedeni toplumu ayrıştıran, tekleştiren milliyetçi, dinci, cinsiyetçi tekçi akıldır. Bu kadar sorunun yaşandığı ülkede yerel yönetimler seçimlerine gidiliyor. Yaşanan sorunların çoğu demokratik yerel yönetimler ve özgür kentler anlayışıyla çözülme imkanı vardır.
Türkiye’de yerel yönetim denildiğinde, ulus devlet anlayışının tekçi zihniyeti aşılmadan, resmi ideolojinin yereldeki temsilcisi akla gelir. Devletin statükocu anlayışını, yaklaşımını, pratiğini yerelden yeniden üreten, topluma kabul ettiren, yerelde toplumu kontrol altına alan, muhalif olabilecek kitleyi kontrole alan, pasifleştiren, kişiler üzerinden toplumu kontrol eden bir role sahiptir. Bu bakımdan sistem dışı birçok oluşum yerel yönetimler tarafından sistem içileşmekten kendini kurtaramaz durumdadır. Yerel yönetimler bu bakımdan ulus devlet anlayışının “belediyecilikle” somutlaşmış halidir. Bir başka ifade ile mevcut “belediyecilik” merkezi aklın yereldeki minyatürüdür. Yerelde kazanılan belediyelerin sayısının artması ile merkeziyetçiliğin güçlenmesi doğru orantılı olmuştur. Bu anlayışta seçmenler oy kullanmış ama tercihlerini seçememişlerdir. Sandık, oy pusulası, seçmen sadece bu tiyatronun aksesuarı olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemiştir. Halbuki demokratik yerel yönetimlerde temsili demokrasinin sınırlarının aşıldığı, doğrudan katılımın esas alındığı, tabanın kendisi siyasetin öznesi olduğu, merkezileşmenin önüne geçildiği siyaset anlayışını esas alır.
Belediyecilik denilince, tanımlanmış bazı klasik işlerin yürütüldüğü, ülkenin tekçi zihniyetinden kaynaklı kronikleşen sorunlarına yönelik söz söylemekten kaçınıldığı yerel “iktidarlar” akla gelir. Örneklendirirsek bu güne kadar hangi partinin seçilmiş belediye başkanı tekçi anayasanın değiştirilmesi, Kürtlerin uğradığı haksızlık, ekolojik sorunlar, Alevilerin sorunları, eşit ve özgür yurttaşlık, doğrudan demokrasi, Kürtçenin ikinci resmi dil olması, çok dilli belediyecilik yoluyla toplumsal adaletin sağlanması, Kürtçe ana sınıflarının, ana okulların, kreşlerin açılması, ihalelerin halka açık bir şekilde yapılması, halkın karar alma aşamasına katılması, mahalle meclislerinin amaca uygun olarak inşa edilmesi konularında bir adım atmamıştır. Bu konularla ilgili Kürtlerin demokrasi mücadelesi sonucu olarak, “demokratik yerel yönetimler” şiarı ile halkın kendi kendisini yönetmesini esas alan anlayış önemli bir kazanım oldu. Binlerce, yüzbinlerce seçmenin doğrudan katılımı ile önseçim yapılması temsili demokrasinin sınırlarını aşmıştır. Bu mana ile DEM Parti ve Kürt halkı zamana ve mekana iz bırakmıştır. Yıllardır bu topraklarda yerel yönetimleri devletin ve iktidarın yan kuruluşu olarak gören resmi anlayış DEM Parti’nin belirlemiş olduğu “Örgütlü toplum ve demokratik katılımcılık, ekolojik yaklaşım, cinsiyet özgürlükçü yaklaşım, katılımcı toplumsal ekonomi” ilkeleri ile zamanaşımına uğramıştır.
Resmi belediyecilik anlayışı ile topluma ait demokratik değerlerin, toplumun öz değerlerinin görünmez kılındığı ya da yok edildiği, toplumun bireylere bağımlı hale getirildiği, bireyciliğin esas alındığı, köşe dönmeciliğin resmileştiği, demokrasi ölçülerinin liberalleştiği, toplumun bireylere kurban edildiği bilinmektedir.
Halk tarafından seçilmiş olanın “reis” ile eş tutulduğu eril bir anlayışta toplumun binlerce yıllık birikimi olan, toplumun bağrında yaşayan komünal değerler, ana kadının değerleri yok ediliyor. Yerelde yaşayan topluluklar “yerel iktidar”ın denetiminde, yerele bağımlı hale getirilerek, resmi yurttaşlık anlayışı ile sistemin pasif üyeleri haline getirilmektedir. Demokrasinin asli unsuru olan yereldeki komünal güç sistemin “iyi ve kötüsü”ne muhtaç hale getiriliyor. Yereldeki her kişi pasif yurttaş haline getirilerek oy kullanma, vergisini verme, seçtiğinin yanlışlarını görmeyen, ses çıkarmayan, eleştirmeyen pasif, iradesiz bireyler topluluğu inşa edilmektedir. Özellikle “particiliğin” esas alınması ile birlikte bir mekanda yaşayan ve yaşadığı mekanda söz ve karar sahibi olması gereken bireyler “pasif yurttaş” haline getirilmiştir. Mevcut belediyecilik anlayışı ile yerelde mutlak karar sahibi olması gereken bireyler, gruplar, topluluklar, farklı kimlikler öz güçten düşürülerek etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Yerelin, mahallenin, farklı kimliklerin, tercihlerin komün gücü kişi merkezli siyaset anlayışına kurban edilmektedir.