“4 Kasım Darbesi”nin amacına ulaşamadığını belirten Figen Yüksekdağ, Türkiye’nin içinde bulunduğu durumdan tutarlı muhalefetin ve radikal demokrasi mücadelesinin geliştirilmesiyle mümkün olacağını ve bunu ancak HDP’nin başaracağını söyledi.
Kadın hareketi alanındaki çalışmalarına lise yıllarında başlayan ve aktif siyaset yaşamına 2002 yılında kurulan Ezilenlerin Sosyalist Platformu’yla atılan HDP önceki dönem Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, sosyalist mücadelenin önemli temsilcilerinden biri oldu. Siyasi çalışmalarında 2010 yılında kurulan Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nde (ESP) Genel Başkanlık görevi ile devam eden ve 15 Ekim 2011’de kurulan Halkların Demokratik Kongresi (HDK) hareketinin kurucu üyeleri arasında yer alan Yüksekdağ, 22 Haziran 2014 tarihinde Ankara’da toplanan HDP 2’nci Olağanüstü Kongresi’nde Selahattin Demirtaş ile birlikte partinin Eş Genel Başkanlığına seçildi.
Siyasi darbe olarak Türkiye tarihine geçen 4 Kasım 2016 tarihinden bu yana Kandıra F Tipi Kapalı Cezaevi’nde Kürt kadın siyasetçiler Aysel Tuğluk ve Sebahat Tuncel ile birlikte kalan Yüksekdağ, cezaevindeki 704 günü, seçilmişlere yönelik operasyonları ve yargılama süreçlerine dair Mezopotamya Ajansı’ndan Berivan Altan’ın sorularını yanıtladı.
2 yıl önceye gidecek olursak, HDP’li seçilmişlerin tutuklanması sürecine dair neler söylemek istersiniz?
HDP’li seçilmişlerin 4 Kasım’da tutuklanmasının hemen öncesinde DBP’li belediye eşbaşkanlarının tutuklanma süreci vardı. Parlamenterlerin tutuklanmasıyla yerellerde başlayan siyasi tasfiye saldırısı merkeze taşınmış oldu. Ayrıca belediye eşbaşkanları ve yerel yöneticilerin tutuklanmasına güçlü politik yanıt ve kitlesel sahiplenici tepkiler vermememiz, vekilleri tutuklama konusunda iktidarı cesaretlendirdi. Aslına bakılırsa dokunulmazlıkların kaldırıldığı Mayıs 2016 tarihinde egemen siyasetin bütün çizgileri demokratik siyaset alanına daha keskin saldırıların geliştirilmesi noktasında buluşmuştu.
AKP- MHP ittifakı zaten bizleri tez elden hapse gönderme isteğiyle yanıp, tutuşuyordu. Bu halleri faşist histeri nöbetlerine dönüşüyordu. CHP ise “Anayasa’ya aykırı da olsa” faşist ittifakın saldırı yönelimini onaylayarak, sacayağının eksik olan üçüncü ayağı oldu. Tutuklanmamıza giden koşulların oluşturulmasında, çözüm sürecinin bitirilmesi kritik bir halka oldu. Önce Dolmabahçe Mutabakatının yok sayılması, ardından Sayın Öcalan’a yönelik tecrit sürecinin başlatılması, HDP başta olmak üzere bütün toplumsal muhalefet dinamiklerine kapsamlı bir saldırı döneminin açıldığına işaret ediyordu. Sonrasında inkar, imha, savaş konsepti ve adım adım hazırlanan darbe ve OHAL düzeceği devreye konuldu. Suruç’tan Ankara’ya, Antep’e toplu katliamlar, demokratik öz yönetim talep eden Kürt kentlerine yönelik abluka, kıyım, yıkım operasyonları ve her muhalif kıpırdanışı ahtapot gibi sarıp, boğan baskı politikaları hakim hale getirildi.
Elbette bütün bunlar karşısında güçlü, birleşik anti faşist muhalefeti etkili kılamamamız, iktidarın saldırgan tavrının dizginlenmesi olanağını da zayıflattı. Halk hareketinin ve demokratik muhalefetin ardı ardına şok darbeleriyle felç edilmesi, birleşik ve örgütlü eylemsellik çizgisinin kırılması hedeflendi. İnsanları canıyla uğraşır hale getirip ya da kendi dar yaşam alanında kendini koruma savunmasına itip, muhalefeti ve direniş dinamiklerini bölme, dağıtma, güçten düşürme politikası izlendi.
Daha önce de siyasi hayatınızda birçok kez gözaltına alındınız, tutuklandınız. Ancak 4 Kasım 2016 gecesi sizin için ne ifade ediyor, hafızanızda neler yer etti?
İlk kez kapım kırılmamıştı; ama Ankara’daki evimin kapısını kırarak, gözaltına almaya geldiklerinde 6,5 milyon yurttaştan oy almış HDP’nin eş genel başkanıydım ve ilk kez bir siyasi parti genel başkanının kapısı kırılıyordu. Bu saldırganlık kaynağını HDP’ye ve temsil ettiği değerlere karşı eşi benzeri az görülür hınçtan alıyor. O gece kapısı kırılan, evi aranan, bileklerine kelepçe takılarak, zırhlı araçlarla gözaltı merkezlerine götürülen, emniyette bombalı saldırıya uğrayan siyasetçilerin yaşadıkları bir darbe gecesinden farksızdı.
Ben baskın ve gözaltıların yaşandığı gece İdris Baluken, Abdullah Zeydan ve Sırrı Süreyya Önder ile birlikte Diyarbakır’a götürüldüm. 24 saat içerisinde birçok şeyi bir arada yaşadık ve yaşadım. Evimin saldırıya uğraması, gözaltına alınmak, ölümden dönmek, mahkemeye çıkmak, tutuklanıp, hapse girmek… Tutuklanmamızın talimatını veren iktidar en kısa süre içerisinde sonuca ulaşmak istediğinden, her şey abartılı bir şekilde hızlı ve yoğun yaşandı. Diğer taraftan gerek bizlerde gerekse halkımızda şok etkisi yaratmak ve bunu ölümcül darbe etkisine dönüştürmek gibi amaçları da vardı. Ama işte sonuç ortada, iki yıldır ulaşmak için kendilerini paralayıp, durdukları amaçlarına ulaşamadılar.
Peki asıl amaç neydi ve neye ulaşamadılar?
Halkların vekaletini alarak temsiliyet görevini üstlenen HDP’lilerin tutuklanmasının, vekillerden çok asillere yönelik bir saldırı olduğunu en baştan beri söyledik. Bizleri fiziksel olarak tutsak ederek, toplumun göründüğünden çok daha geniş bir kesimine karşı psikolojik savaş yürüttüler. Hepimizin temsil ettiği kesim ve çizgiye dönük gözdağı ve cezalandırma politikaları da bunun bir parçasıydı. Hem bana dönük özgün yaklaşım hem de tutuklanan vekillerin çoğunun kadın olması demokratik siyaset alanına yönelik saldırıların, kadın iradesi ve gelişimini özel olarak hedeflemesinden kaynaklanıyordu. Aslında bütün Türkiye ve Kürdistan’da gelişmekte olan kadın bilinci ve kadın mücadelesine en tepeden, Meclis’ten bir tehdit ve gözdağı mesajı gönderildi. Bizim nezdimizde hem aktif politik mücadele içerisindeki kadınlar hem de verili düzeni sorgulayan, arayış içine olanlara saldırıydı.
Tutuklanmanızdan önce ve sonrasında iktidarın hedefi haline getirildiniz, birçok hedef gösterici söylem sizin üzerinden söylendi. Nasıl değerlendirdiniz?
Hakim düzen tarafından merkez siyasette risk sınırlarını aşan kadınların temsiliyeti ve iradesini cezalandırma yolu izlendi. HDP’nin kadın temsiliyetini taşıyan eş genel başkanı olarak bu saldırıların özel hedefi haline getirildim. Ama aynı zamanda kadın mücadelesinde bir çizgiyi, anlayışı temsil etmeninde özel payı olduğunu söyleyebilirim. Meclis’te ve merkez siyasette sadece kadın olmanın ötesinde, makbul ve dayatılmış, öğretilmiş kadın çerçevesini aşmak, eril gücün sahibi olduğu bir alanda ve egemenliğin şahikası sayılan yerlerde gerici, faşist, bürokratik, ayrımcı erkek düzeniyle mücadeleye girişmek daha fazla saldırının hedefi olmak anlamına geliyor. Yani merkez siyasette hem kadın hem Kürt, hem kadın hem sosyalist, hem kadın hem emekçi, Alevi, antifaşist, antikapitalistseniz ve kadın kurtuluş mücadelesiyle toplumsal özgürlük mücadelesini çizgi ve kimliğinizde somutlaştırmışsanız daha özel bir düşmanlığa maruz kalırsınız. Bizlerin yaşadığı buydu.
Şahsıma yönelen tutsak etme, linç etme politikası, içerisinden geldiğim devrimci sosyalist hareketin Türkiye ve Batı merkezli gelişme kanalına da açık ve şiddetli bir müdahaleydi elbette. Aynı zamanda bu tarihsel kanaldan beslenen ve gelişen siyaset tarzına saldırarak, onu kendi sınırlarına çekilmeye zorlama operasyonuydu. Benim yaşadığım kişisel deneyim üzerinden, malum operasyon başarıya ulaşmadı tabi. Ama herkes de bilir ki, bu kişisel bir mesele değil. Asıl mesele iki yıl boyunca ve bundan sonra bu çizgiyi ve siyaset tarzını nasıl koruyup, geliştirebildiğimizdir. Geçen sürece baktığımızda Batı’nın sosyalist çizgisini, Kürtlerden ve HDP’den tecrit etmeyi başaramadıkları gibi kapsam itibariyle daha geniş düzeyde birleşme, ortaklaşma hattı tutturulduğunu rahatça söyleyebiliriz. Bunun yanı sıra niteliğin güçlendirilmesine HDP’nin sol damarının radikal demokrasi mücadelesinin geliştirilmesinde bir lokomotif rolü oynaması gerekiyor.
Cezaevine ilk götürüldüğünüz de nasıl bir duygu içerisine girdiniz?
İlk girdiğimde ben de birçok arkadaşım gibi politik mücadelenin başka bir etabına geçtiğimizi ve bu mücadelenin zindancıbaşılarla özgürlük siyasetçileri arasında olacağını biliyordum. Zira iki yıl boyunca süreç böyle seyretti. Hapishaneleri kendi koydukları adla bizim için tamamen cezaevine, intikam merkezlerine dönüştürmek için ellerinden geleni yaptılar.
Cezaevi anlatımlarınızdan yargılama sürecinize gelecek olursak son iki yılda siz ve diğer seçilmişler nasıl bir yargılanma ile karşı karşıya?
Hakkımızdaki yargılama süreçlerimizde hukuki boyuttan söz etmek mümkün değil, çünkü yok. Bizler de baştan itibaren olmayan hukuktan ve hukukun nasıl yok edildiğinden söz ediyoruz. İki yıl önce de bir siyasi saldırı konsepti ve algı operasyonu sonucu tutuklandık, bugün de davalarımız aynı konsept ve operasyonla sürdürülüyor. Bu da yetmediği zamanlarda yasama-yürütme- yargı otoritesini tek elde toplayan saraydan, davalarımız hakkında talimatlar yağdırılıyor. Yargının siyasi iktidar tarafından yönetildiği bizim açımızdan sayısız örneklerle sabitti zaten; ama en son sansasyonel Brunson davasıyla uluslararası düzeyde de bu gerçek tescil edildi. Türkiye’de insanlar yargılanmıyor, rehin alınıyor. Ya da yine yargılanmadan siyasi erk tarafından peşinen ceza veriliyor. Mesela bugüne kadar mahkemelerin ceza verdiği arkadaşlarımızın davalarında bir tek kaç yıl ceza verileceği iktidar sözcüleri tarafından ilan edilmedi. Gerçi bunun da saraya bağlı çalışan masalarda belirlendiğini biliyoruz.
Durum ve gerçek böyle olunca geriye işin mizanseni, tiyatrosu kalıyor. Duruşmalara gittiğimizde Türkiye yargısının tragedyasını izliyor duygusuna kapılıyoruz. Bu nedenle bütün seçilmişler mahkemede yargılanan değil yargılayandır aslında.
Dava dosyanızdaki klasörler size yeni verilmesine rağmen biran önce savunma yapmanız isteniyor. Bu aceleyi neye bağlıyorsunuz?
Davalarımızda hiçbir şey usule de esasa da uygun olmadığından uydurmak için durumu epeyce zorladılar. Sadece benim değil birçok arkadaşımızın gözaltı kararlarından tutalım dava dosyalarına kadar çoğu belgesi, tutacağı, gerekçesi, sözde delilleri arkadan yetiştirilmeye uğraşıldı. Yani minareyi çalanlar tez elden kılıf uyduramadı. Suçlarının, usulsüzlüklerinin hesabını kimseye veremedikleri için bunu çok dert etmediler doğrusu. Ben de dava klasörlerini kısa bir süre önce aldım. Ama devam eden başka yargılamalarında arasında binlerce sayfalık dosya belgelerini hızla incelemem, aynı hızla savunmalarımı tamamlamam bekleniyor. Çünkü saraydakinin acelesi var, davalarımızın hızla sonuçlandırılmasını istiyor.
Bırakalım bütünlüklü adil yargılanma hakkını, adil yargılama için gerekli zorunlu zaman hakkı bile tanınmıyor bu sistem tarafından. Sokrates’i bir günde yargılayıp ölüme mahkum eden anlayış, bugün hala yaşıyor ama aradan geçen iki bin yıllık tarihten utandığından olsa gerek yargılama için daha fazla süre tanıyor. Kaldırabileceklerinden fazla rezalet olmayacağını bilseler bizim içinde tek günlük mahkemeler kurup, karar verirler. Tabi bu mesele asıl olarak bizim değil. Zaten mevcut yapıdan bir şey beklemiyoruz ve yargılama süreçlerinde de siyasi görevimizi yerine getiriyoruz. Ama Türkiye’nin böyle bir çürümeyi uzun süre kaldırması mümkün değil.
Yeni dönemde, yeni sistemde ne yapmak lazım?
Evet, başkanlık sistemi sonunda getirildi ama bu gelenin iyi bir şey olmadığı her gün biraz daha açığa çıkıyor ve belirginleşiyor. Yeni bir sistem yeni bir cumhuriyet olarak bilinçlere kazanılmaya çalışılsa da toplumun yarıdan fazlasının rızasını almayan, zora ve zorlamaya dayanan, faşizmi, savaşı, ekonomik, siyasi krizi, adaletsizliği her aşamada yeniden üreten bir güç odağından bahsediyoruz. Başkanlık sistemi denilen tekçi, otoriter rejim keskin ama kırılgan bir güç. Bence çoğunluğun bildiği ve yaşadığı koşulların analizinden ziyade gerçeğin bu yanına yoğunlaşmak gerek.
Türkiye’nin içinde bulunduğu ve her geçen gün daha da kötüye giden siyasi atmosferden çıkış yolu nasıl örülebilir?
Kurtuluşun birinci şartı başkaları tarafından kurtarılmayı beklememek. Sırça sarayın kendiliğinden kırılacağını, yıkılacağını ummamak. Saray camdan olabilir ama vurmadan da kırılmaz. Bu dönemde devrimci, demokratik mücadele dinamiklerinin egemen siyasetten bağımsız ve birleşik alternatif hat oluşturması önemli. Bu hattın emek, özgürlük, demokrasi mücadelesinin öz dinamiklerini ayağa kaldırması ve özgüce dayalı bir hareketi merkeze alması gerekiyor. HDP açısında da bu dönem öz gücüne güvenerek alternatif ama kapsayıcı başat politik merkez olarak aktif müdahale sorumluluğu vardır. Tutarlı muhalefetin ve radikal demokrasi mücadelesinin geliştirilmesi, Türkiye’nin tek çıkış yoludur. Bunu başarabilecek olan HDP’dir.
Dönemin ağırlığı ve HDP’nin taşımış olduğu misyon, politikanın direniş odaklı olmasını, taktiğin de direniş olanaklarını ve odaklarını harekete geçirmek üzere kurulmasını gerektiriyor. Öncelikli görevimiz direnişin toplumsallaştırılması sağlayacak politika ve taktikleri esas almalıyız. Bu durumda temel örgütlenme ve çalışma alanımızda halklarımızın bağrıdır, onun yaşam ve üretim mücadelesinin merkezidir.
Önümüzdeki yerel seçimlerde ise, nasıl 24 Haziran’da HDP’li vekillerin tutuklanmalarına, tasfiye ve baraj altı bırakma operasyonuna yanıt verildiyse belediyelere kayyum atama ve halkın iradesini hiçe sayma saldırısına da yanıt verilmelidir. Bu sürece halkın, yerel iradenin 2019 seçimlerine etkin bir şekilde katılması çok önemli. Her yer güçlü bir taban hareketi ve taban uyanışına sahne olmalıdır.