Savaşın 2015 yılında çözüm süreci çöpe atılıp başladığından bu yana ortaya çıkan kesin gerçekler şunlardır:
Birincisi: Türk devleti ve ona egemen tekelci sermaye emperyalist yayılma ve dış pazarlara egemen olma hedefine Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeden ulaşamaz. Sosyalist hareket ve sınıf sendikaları 12 Eylül darbesiyle büyük ölçüde tasfiye edildiğinden beri Türk emperyalist yayılma ve bu amaçla silahlanma ve savaş siyasetinin karşısında, biricik engel Kürt halkı ve onun başında Öcalan’ın bulunduğu özgürlük hareketidir. Bu hareket tasfiye edilmeden bölgesel emperyalist yayılma ve savaş Türk devleti için mümkün değildir.
Bu kanıtlanmış bir hipotezdir. Türk devletinin NATO adına Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve Kafkasya’da yayılma siyasetine destek veren küresel güçler, ABD, İngiltere ve Almanya uluslararası komployu bu amaçla örgütlediler. Öcalan’ın esareti sonrası Kürt özgürlük hareketinin bütünü büyük bir sarsıntı yaşadı. 1999’dan 2003 yılına kadar süren bu krizden yararlanan ABD Irak’ı işgal ederek Üçüncü Dünya Savaşı’nın fitilini yaktı. Türk devlet iktidarı Arap Baharı’nın yarattığı fırsattan faydalanmak ve ABD ile birlikte Irak’tan sonra Suriye’yi çökertmek için gireceği savaşta iki cephede birden savaşmamak için Öcalan’ın çözüm politikasını geçici olarak kabul etmek zorunda kaldı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. DAİŞ’in tüm Ortadoğu’da yayılması ve İsrail’in, aynı zamanda Batılı devlet şehirlerinin güvenliğini tehlikeye atınca ve DAİŞ’e karşı Kürt özgürlük hareketi mucizevi bir direniş gösterince ABD Suriye’ye karşı Türk devletiyle ÖSO adında işbirlikçi kuvvetleri “eğit-donat” planından çekildi. Kobanê savaşının zaferiyle birlikte YPG ve YPJ güçleriyle taktik bir işbirliğine mecbur oldu. Türk devleti ise Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da pazarlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalınca DAİŞ’le ve onun türevi terörist güçlerle işbirliğine girdi, ABD’yle ilişkilerini zayıflattı, Rusya’ya yanaştı. Bugün Türkiye’nin yaşadığı krizin altında yatan gerçekler böyledir. Komploya rağmen Kürt özgürlük hareketini tasfiye edemeyen iktidar bütün temel alanlarda krize girdi. Ve Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve Kafkasya’da bölgesel emperyalist hedeflerine ulaşamadı.
İkincisi: Kürt özgürlük hareketinin nisbi demokratik bir rejimle tasfiyesi mümkün değildir. Bu hareketi tasfiye etmenin yolu faşizmdir. Bu da kanıtlanmış bir hipotezdir. Nitekim Kobanê zaferinden yaklaşık birkaç ay sonra, o güne kadar tüm zorbalıklara, yasaklamalara, öldürmelere ve kitlesel tutuklamalara rağmen Kürt özgürlük hareketini yok edemeyen iktidar 2015 yılında Dolmabahçe Mutabakatı’nı yırttı, savaşı başlattı ve bir yıl sonra da 15 Temmuz 2016 yılında çakma darbeyle demokrasiye son verdi, “süreç içinde faşizmin” inşasını başlattı.
Biz Kürt sorunu Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bütün sorunların anasıdır derken işte bu kanıtlanmış tarihsel tecrübeye dayanıyoruz. Bu tecrübeyi özetle tekrar edecek olursak, bize şu üçüncü gerçeği çıplak şekilde gösterir: Türkiye bölgesel emperyalist aşamada bir devlettir, dış pazarlarda hegemonya elde etmedikçe ayakta kalamaz ve dış pazarlarda hegemonya elde etmesinin karşısında biricik engel dört parçada örgütlü Kürt özgürlük hareketidir, o nedenle dünya savaşında etkin olabilmek için iktidarda kim olursa olsun, Kürt özgürlük hareketini tasfiye etmeden Türk devleti emperyalist amaçlarına ulaşamaz. Beka meselesi budur. Aynı zamanda iktidarda hangi düzen partisi olursa olsun, Kürt özgürlük hareketini faşist ya da faşizan bir yola girmedikçe hiç kimse tasfiye edemez. Unutmayalım, İtalya’da faşizmi eski sosyalist Mussolini ve Almanya’da Nazizm partisinin adı Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi olan Hitler kurdu. Bu da gösterir ki, kendilerine ister Sosyal Demokrat, ister Kemalist, ister liberal ya da muhafazakar demokrat desin, sistem içi partiler iktidara geldikleri zaman, barış ve demokrasi yanlıları engel olamazsa, er ya da geç şimdiki AKP-MHP’nin yoluna koyulmak zorundadırlar. Bu yola girmesinden şüphe edilen sistem partilerini ise devlet tasfiye eder. Yine unutmayalım ki, AKP iktidara geldiği ilk dönemde AB çıpasına var güçle tutunmuş, kimi demokratik reformlar yapmıştı ve bu parti şimdi savaşın ve faşizmin partisi oldu.
Bu tabloya baktığımız zaman ne görüyoruz?
Türkiye’de biricik demokratik alternatif Kürt özgürlük hareketi ve ne kadar zayıflamış ve bölünmüş olursa olsun sosyalist harekettir.
Sistem içi partilerin kendi aralarındaki çelişkiler elbette taktik açıdan önemlidir. Mevcut iktidara son vermek için her zaman taktik ittifak ya da işbirlikleri yapılmalıdır. Biz böyle desek bile sistem içi partiler, özellikle CHP şu seçim kampanyası boyunca iktidarın demagojilerine karşı koymak yerine “DEM Parti’yle ittifak yapmıyoruz” diyerek, her türlü taktik ittifakın yollarını zaten kapatmıştır. Bu tutum CHP’nin gelecekte “laik bir AKP” olma ihtimalini bize gösterir.
O nedenle bu seçimde DEM Parti, kampanyasının merkezine Öcalan’a özgürlük ve kayyımlara son hedefini koymuştur. Bu iki hedefi sahiplenen herkesle seçim ittifakı yapmaktadır.
DEM Parti’ye verilecek her oy hem sistem içi partilerin hem de AKP/MHP’nin “kaybettiği”, Kürt ve Türk emekçi halkının kazandığı, biricik demokratik alternatife kuvvet veren bir oy olacaktır. Bu yerel seçimdir ve burada “AKP’ye mi, CHP’ye mi kazandıralım” diye istiareye yatmanın anlamı yoktur.
Kendimize kazandıralım. Çünkü gelecek biziz. Savaşı önleyen güç bizimdir. Faşizmde her şeye rağmen “legal bir gedik” açan DEM Partimizdir.
Temel mesele bir belediyenin kimde olacağı değil, barış ve demokrasi cephesinin ne kadar güçleneceğidir. CHP tabanını ne ölçüde barış ve demokrasi mücadelesine çekeceğimizdir. Yukarıdan ittifak mümkün olmadığı zaman aşağıdan ittifak yolunda ne kadar adım atacağımızdır.
İktidar ve sistem partileri rant alanlarını birbirlerinin elinden almak için kavga ede dursunlar, biz, bizi yok etmek isteyenlere karşı güçlenelim. 1 Nisan günü ne kadar güçlenirsek, emekçi halka karşı başlatılacak kudurgan sömürü şartlarında, işte o zaman kaybetmesi gerekene kaybettirme yoluna koyulacağız.