24 Haziran itibariyle yürürlüğe sokulan yeni rejim hem Almanya ve İtalya’nın klasik faşizmlerini andırıyor, hem de sömürge tipi faşizmin açık faşizm dönemlerini.
Kitle desteğiyle iktidara gelen klasik faşizmler de, askeri darbelerle iktidara gelen açık faşizmler de bugüne kadar “içeriden”, halkın faşizme karşı mücadelesiyle yıkıl(a)madılar. Yıkılmaları “dış dinamiklerle” oldu. Ya emperyalist, saldırgan, sömürgeci savaşlarda yenildikleri için yıkıldılar ya da kurdukları faşist devlet merkezinin etrafını demokrasi taklidi yapan parlamenter kurumlarla perdeleyip, iktidarı kontrgerilla aracılığıyla perde arkasından yönetmek üzere “arkaya” çekildiler.
Yeni rejimin ister klasik faşizm olduğunu düşünelim, ister kritik eşiğini aşmış bir açık faşizme geçiş hamlesi olarak değerlendirelim, karşımızdaki tablonun atıfta bulunduğu geçmiş deneyimler hiç parlak görünmüyor. Yoksa bu rejimden kurtuluş umudunu emperyalistlere veya büyük sermayeye, bunların seküler zevklerine, mülkiyet hakkı aşkına vb. bağlayan alaturka liberallerimiz haklı mı?
Hiçbir zaman halka güvenmeyen, devrimci hareketin Türkiye toplumu içindeki kaynaklarının ne denli güçlü olduğunun farkında olmayan bu liberal bilmişler (bunlara “aydın” denilemez, denilse denilse “bilmiş” denir), elbette yanılıyor.
Birincisi tarihin yukarda verdiğim tablosu dar bir açıdan bakıldığında böyle görünüyor; ikincisi karşı karşıya olduğumuz yeni rejim, tarihteki benzerlerini andırsa da sözkonusu sonucu yaratan özellikleri bakımından onlardan ciddi farklılıklar gösteriyor.
Klasik faşizmleri de açık faşizmleri de yıkan süreçlerde “dış dinamikler”, egemen sınıflar içerisindeki çatışmalar elbette etkili oldu. Çünkü faşizm akıl dışı bir rejimdi, eninde sonunda üzerinde yükseldiği temeli tahrip edecekti, kendisini de böylece yıkıma sürükledi. Ancak bu yıkım “boşlukta” yaşanmadı. Saldırdığı ülkelerin halklarının direnişleri, kanlı kaoslara attığı halkların devrimci öncülerinin onurlu mücadelelerinin eşliğinde yıkıldı faşizmler. “Dış dinamikler”in iç dinamiklerden önce “iş görmesi” halk direnişlerinin asla yeterli olamayacağının kanıtı değildi.
Faşizmi yıkan güçlerle faşizmin yerini demokrasinin almasını sağlayan güçler de aynı güçler değildi. Faşizmden demokrasiye geçişi sağlayan belirleyici güç işçilerle, köylülerle ve küçük burjuvaziyle diyalog kurmayı başaran anti-faşist demokratik direniş hareketleri oldu. Sovyetler Birliği’nin aynı zaferi Resistans ve Paris ayaklanması olmadan, İtalyan partizanları olmadan, EAM-ELAS gerillaları olmadan, Yugoslavya Halk Ordusu, Bulgaristan Vatan Cephesi olmadan kazandığını düşünün bir; Hitler, Mussolini yine yıkılırdı ama 2. Dünya Savaşı sonrasının Avrupa siyasi iklimi “katılımcı demokrasi” ve “sosyal devlet” yönünde gelişir miydi? İtalya’nın monarşiye dönmesi, Fransa’da Gaullizmin muhafazakar bir askeri diktatörlük biçimini kazanması şaşırtıcı mı olurdu?
Faşizmin çöküşü ile demokrasinin yükselişi arasında kendiliğinden bir ters orantı yoktur. Bu orantıyı kuran tek güç emekçi halkın devrimci anti-faşist direnişi olmuştur.
Bu tablo, sadece klasik faşizmlerin çöküşünde değil, açık faşizmden gizli faşizme geçiş süreçlerinde de benzer bir biçimde tekrarlanmıştır. Açık faşizme karşı ne kadar güçlü bir devrimci direniş yaratılabilmişse açık faşizmin gizli faşizmin arkasına yerleşme girişimi o denli başarısız olmuştur. Gizli faşizme geçiş süreçlerinde (Güney Amerika aperturaları) işçi sınıfının ve sol hareketlerin dinamizmi ne kadar yüksek olmuşsa, oligarşiler ve askeri diktatörlüklerin gizli faşizmi “kumandalama” başarıları o kadar az olmuştur.
Diğer yandan, “Reis” merkezli yeni rejim, üstlendiği diktatörlük yetkilerine biçimsel olarak “demokratik seçimler” aracılığıyla ulaşmış olması, iktidarını bir parti-devlet modeline dayandırması bakımından klasik faşizmi andırıyor. Almanya ve İtalya’nın klasik faşizmlerinden farkı ise asla onların dayandığı çoğunluklara dayanamayacak olmasında. Kendisini Kürt, Alevi ve kadın düşmanlığıyla tanımlayan bir diktatörlük, zaten tanımı itibariyle halkın yarısını karşısına almış oluyor. Rejim, gücünü bu büyük nufus gruplarından alan muhalefet hareketlerini asla tamamen susturamayacak.
Yeni rejim, (bütünlüğü, meşruiyetini Kürt düşmanlığına dayandırdığı bir iç ve dış savaş ortamında, diktatörlük yetkileriyle sağlansa da) çıplak bir kontrgerilla iktidarı olması hasebiyle açık faşizme benziyor. Ama bu kontrgerillanın arkasındaki emperyalist destek hayli koşullu, irade merkezi zayıf kırk yamalı bir bohça, bütün bu mekanizmanın “güvenliğini sağladığı” sermaye birikimi rejimi tarihsel olarak iflas etti ve ufukta büyük sermayenin herhangi bir fraksiyonunu dahi mutlu edecek yeni bir sermaye birikimi modeli yok. Karşı karşıya olduğumuz stagflasyon, bugüne kadar sürdürülebilen yoksulları emekçileri bağımlılaştırma araçlarını sürdürülebilir olmaktan çıkarıyor.
Bugünkü açık faşizmin “mutlak başarı” ihtimali daha başlangıcından itibaren yok. Ama ezilemeyecek ve halkın derinliklerine ulaşacak bir direniş hareketini yaratmak ise aynı ölçüde mümkün.
Açık faşizm halk direnişi tarafından yıkılamayabilir ama halk direnişi olmadan da yıkılamaz, faşizm sonrası demokrasinin düzeyini ise halk direnişinin niteliği ve niceliği belirler.