Son yıllarımız ardı ardına sıralanan seçimlerle geçti. En az çeyrek asırdır işçi ve emekçiler açısından siyasete katılımın anlamı sandıkla sınırlandı. “Ondan önce farklı mıydı ki?” diye sorulabilir. ’80 öncesini anlatılanlardan, yazılanlardan biliyoruz. Halkın mahallelerde, üretim alanlarında, okullarda farklı örgütlenme kanalları yaratıp oralarda buluşabildiği, kendisinin bir güç olabildiğini hissettiği yıllar bunlar. Devrim iddiası olanların halka asıl demokrasinin bu olduğunu anlattığı, burjuva seçim sürecini bile bunun propagandası için fırsata çevirdikleri ve oldukça canlı-dinamik bir propaganda zeminine dönüştürdükleri yıllar… Birçok eksiği, sakat ve kaba yaklaşımına rağmen o yıllar açısından burjuva seçim sandıklarının bu yıllardaki kadar önemli olmadığı anlaşılıyor. Çünkü devrimci güçlerin işçi ve emekçiler içerisinde derinleşmiş bir örgütlenme ağları var. Genel seçimler ya da yerel seçimlerde burjuvazinin politikalarını belirleyecek olanın bile aslında bu örgütlü güç olduğunun özgüveni…
‘90’lar açısından sandık, devrimci hareketin emekçilerle daha açık bir zeminde buluşmasının fırsatı olarak görülürdü. Seçim döneminin kitlelerde yarattığı politizasyonun devrim propagandası yapmak için de elverişli bir zemin sunduğu düşünülürdü. Yerel seçimlerse bu propaganda için daha geniş bir alan sunardı. En başta halkın gündelik hayatının sahici sorunlarına yönelik devrimci bir program çıkarılırdı. Bu programın oluşturulması bile halkın düşünsel enerjisini, katılımını harekete geçirecek toplantılar, ziyaretler, istişareler süreciyle başlı başına bir örgütlenme vesilesi olurdu. Yapılan halk toplantılarında yerel yönetimlerin halkın gerçek sorunlarının çözüm mercii olabilmesinin siyasal iktidarın ele geçirilmesinden bağımsız olamayacağı anlatılırdı. Buna mukabil söz konusu sorunların devrimci bir iktidar koşullarında nasıl çözüme kavuşturulacağı propaganda edilirdi. Asıl önemli olanın halkın kendi iç örgütlülüğü ve burjuva devleti bu iç örgütlülüğün gücüyle zorlamaktan geçtiği belirtilirdi. Kazanmak ya da kaybetmenin ölçütü ulaşılan, harekete geçirilen, sürecin parçası haline getirilen kitle gücünün niteliksel ve niceliksel dönüşümü olurdu. Kitlelerde temasta ille de vurgulanan seçimin tek siyaset biçimi-aracı olmadığıydı.
O dönem Türkiye cephesinde ’80 sonrasında yeniden toparlanan devrimci hareketin devrim derslerini incelikli bir hassasiyetle uyguladığı, asıl gücünü diri bir örgütlenme faaliyetinden aldığı, geniş bir kitle gücüne ulaşamasa da mücadele araçlarındaki çeşitlilik ve militanlıkla azımsanmayacak bir saygınlık kazandığı bir dönemdi.
Fakat ‘90’ların sonundan başlayarak çok şey değişti. Devrimci hareket cephesinde neler olup bittiğine dair çok yazılıp çizildi. Onun zayıflaması, olmakta olana müdahale edebilecek güçten-ferasetten uzaklaşması kitlelerin de dizginsiz kapitalist gelişme içinde paramparça olmasını, örgütsüzleşip dağılmasını, sandığı siyasetin tek biçimi olarak görmesini getirdi. Bu süreçte Gezi ve inişli çıkışlı çeşitli işçi ve kitle eylemleri dışında kitlelerin kendisini ifade edebileceği, siyasetin aslında çok çeşitli biçim ve araçlarla yapılabileceğini bilince dönüştürebileceği bir zemin ortadan kalktı. Sandık tek siyaset aracına dönüştü.
‘90’lar Kürdistan illerindeyse halkın özgürlük hareketiyle dolaysızca ilişkilendiği, hareketin halklaştığı bir dönemdi. Sandık, büyük bedellerle oluşan halk gücünün sınandığı, halkın daha aktif bir örgütlenme ve özneleşme süreci içine girmesinin vesilesi olduğu bir araçtı. Kürt halkının politizasyonu, diriliği, canlılığı en geride duranın bile şaşırtıcı bir siyasal bilinç ve davranışla hareket ettiği bir nitelik taşıyordu. Bu halk siyasallaşması tüm zorluklara rağmen bugün de devam ediyor. Ancak yasal siyaset arenasının kurum ve öznelerinin son yıllarda sandık odaklı siyaset kıskacını yaramamaları onu da etkiledi. Çünkü kendi “kaderi” olan mücadelenin diğer biçimleri onun kendisini daha doğrudan var etmesinin, katılımının araçlarıydı. Sandıksa yabancılaştıran bir anlam taşıyordu. Buna dönük tutumunu da son genel seçimler ve sonrasında koydu.
Genel seçimlerde bağımsız bir politik hat oluşturamayıp fiilen burjuva iktidar bloklarından birine yedeklenmiş olmak, bunu da büyük beklentiler yaratarak yapmak ciddi bir faturaya dönüştü. Kürt siyasi hareketi halkın eleştiri ve beklentilerine yeni hatlar yaratarak yanıt vermeye çalışıyor. Devrimci olanın yolunu açıp kendisini büyüteceği bir hattın şu ya da bu şekilde kazanacağı açık.
Sürecin Türkiye cephesindeyse durumlar daha karışık. Genel seçimlerde olandan bile… İttifaklar kuruluyor-kurulamıyor, her özne ittifaktan bahsederken aynı zamanda kendi çıkarları temelinde ayrı bir yol açmaya yöneliyor, güç olmak adına sağcı-milliyetçi kimlikleri bilinen adaylarla “tabanını genişlettiğini” iddia edebiliyor, hazırladıklarını söyledikleri programın propagandasını değil popülist söylem ve çıkışlarla süreci yönetmeye çalışıyor. Programı propaganda edenler bile örgütlü bir güçten yoksunken bile bu düzen içinde halkçı bir belediyecilik yapabileceklerine ciddi ciddi inanıyor ve halkı da buna inanmaya davet ediyor!
İnsanın aklına Marx’ın Fransız ihtilalinin devrimci önderleri Robespierre, Saint-Just ve yandaşlarının neden yenik düştüklerine ilişkin söyledikleri geliyor. Onların devrimin karakterini anlamadıkları ve kafalarındaki ideal demokrasi ölçütlerini maddi temelleri bambaşka olan bir döneme dayattıkları için yenildiklerini söyler. Kölelik üzerine kurulu gerçek demokratik ilkçağ devletini, “burjuva topluma özgü kölelik biçimi üzerine kurulu modern tinselci ve demokratik anayasal devlet ile karıştırıyorlardı” diye belirtir.
Elbette Fransız ihtilalinin devrimci önderleriyle bugünün kendilerine “sosyalist” diyen popülist-sığ siyasetçilerini aynı kefeye koymak eşyanın tabiatına aykırı olur. Fakat dönemlere bakılınca kafalarındaki dayatmak konusunda aynı yerde durdukları muhakkak.
Seçim meydanlarında en azından bir kayıt koyma gereği bile duymadan büyük sözler eden, vaatler saçan, ama bir kez olsun bu düzende bunların aslında neden olamayacağına hatta Kürdistan’daki kayyumlara değinmeyen “sosyalistlerimizin” yaratacağı sonuçları, oluşturacakları yeni moral bozukluklarını ve kırılmaları kestirmek zor değil. Dünyanın karanlık bir döneme doğru hızla gittiği, Erdoğan’ın “Savaş olmadan barış olmaz” diyerek silahlanmaya güzellemeler dizip mevcut rejimin de ruhunu özetlediği bu koşullarda her şey güllük gülistanlıkmış gibi yapmanın sonuçlarını yıllardır yaşıyoruz zaten!