Hislerin coğrafyası var, bir de coğrafyanın hisleri var. Bu kadim bilgilerle kör kuyularda kalmış insanlık kime ve neye ses vereceğini unutarak bekliyor. Evet, bu çağ bekleme çağı, bu dünya bekleme yeri, ölüm yaşamı, yaşam da ölümü bekliyor. Sır olamayacak kadar ayan beyan ortada olan bu gerçek hiç kimseyi beklemiyor çünkü buna cesareti yok.
Tarihlerden sıkılan günler var, yıllardan bıkan aylar var, günlere yabancılaşan yıllar var. Tüm zamanların esaretinden kaçmak isteyen anlar var. Tarihe karşı çıkanlar, bir de tarihe karışmak isteyenler var. Dünya ikiye ayrılamayacak kadar parçalarına ayrılmış. Her bir taraf bir başka tarafın yanından geçmek istemiyor.
Yollar yok, yıllar var burada ve herkes yolların değil yılların yorgunu. Akıp giden bir sürü bahane ve saklanan şahane nedenlerin etrafında dolanıp duruyoruz. Aslında durmak yok, ölmeye devam etmek diye bir pusulanın peşinde yol alıyor, yol veriyor ve en nihayetinde yolun bizzat kendisi oluyoruz. Hile kendini tatmin etmek için kuşkular doğuruyor ve doğrulamak için de kendini kandırıyor.
Boşluklara genişliğimiz engeldir ve engelimiz boşlukları hırpalıyor. Yargılar ve kaygılar dönüp dolaşıp bizi hiçbir yere götüremiyor. İnsan aynı yerde ayrı biri olabilir, ayrı yerlerde aynı da olabilir. Her ihtimalin gerçeğe bu kadar yakın ve aşina olması, gerçeklerin ihtimallere bu kadar meraklı olması kederdir ve kaderle alakası yoktur.
Durmadan zamandan dökülüyor insanlar ve zaman durmadan insanlar döküyor. Dağılan, sayılamayan ve sayıklanan her ne ise hep birilerinin aklında ya da yüreğinde bir oyuk açıp oturuyor. Kalmak bir derde, gitmek daha da sert bir yaraya yer açıyor.
Kaçırdıklarımız, kaçtıklarımız, kaçındıklarımız, yetişemediklerimiz, yetmediklerimiz, yetinmediklerimiz dediğimiz ne çok şey var. Hepsinin hiçbir şeyi olma marifeti kendimize bıçak çektiriyor. Hayatla tehdit, ölümle teselli buluyoruz. En gerçek bulmak budur ve hiçbir yere gitmiyoruz, diyoruz.
İnsan kendine fazla gelir ve kendine insan der. Adıyla anılan ve çağrılan bir sayı, bir yer ve bir zaman olma mecburiyetinde herkes yarasını teşhir ederken teşvik ediyor. Çürüyen yanlarıyla kalanlar, kalan yanlarıyla çürüyenler, yanlarına kalanlarla çürüyenler. Dünya önce kendine, sonra da hayata umut veriyor ve en sonunda ne verdiğini unutuyor.
Hile var dünyada, teşhir, menzil ve mevzi ve mevzu var dünyada. Hükmünden feragat eden bir vazgeçen, hünerini koyverip delip geçen bir intiharın mirası kendini sınıyor bir şeylerin sınırında. Sanıldığı gibi değil, anıldığı gibi yerleşiyor her şey. Gün gelecek ve getirecek diye bir heves, herkese çarpan bir nefesin ağırlığı var. Eziliyor, eziyor, ezberliyoruz bir geçmiş gibi.
Anıların çehresi değişiyor, anıların adresi şaşmıyor. Gidenlerin kalmakta ısrarı, gelenlerin geçmeyen sırası bazı şeylerin hatırınadır ve birilerinin anısınadır. Bundan olsa gerek; gitmek acı veriyor, kalmak ağrı bahşediyor. Fetihler çağı geçmedi ve istila çağrıları durmadı. Her şeyin sonunun olması, başlangıçları solduruyor. Tecrübe edilmeyen acılar, tercüme ediliyor. Her şey kötü bir şaka gibi kendini utandırıyor.
Savunduğumuz gerçeklerin bizi savurduğu bu yerde herkes sakıncalı bir fotoğrafta gülümsüyor. Tereddüt biriktirmek, tehdit etmek ya da edilmek, bir şeyleri bizden saklıyor ve uzaklar yakınlara kadar uzuyor. Devam eden devran döndürmüyor, sadece bir şeyleri ve birilerini devrediyor.
Bulmaktı dünya, bulduğunda kaybolmaktı rüya. İnsanın uyumadan önce hayal ettiği, uyuduktan sonra görmek istediğini korkutuyor. Esaretin ve cesaretin böylesi benzerliği insanı hayattan bezdiriyor. Birileri gelsin, birileri de gitsin diye diye birilerinin bir şeyi olmaya evirildik. Evrim geçiremeyen insan evini evirip çevirip evvelini arıyor. Yakmayı bulan insan yanmayı bulacağını unuttuğu için her şeyi hatırlıyor. Müstahaktır; her şey harlanıyor.
Haftanın kitap önerisi: Mehmet Mahsum Oral, Ev Düşkünü Bazı Rüzgarlar / Everest Yayınları