Belki de artık ortada bir toplumsal sözleşme kalmadığı içindir; zira o toplumsal sözleşmeye dayalı Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmaması bugünlerde Kürtler dışında ama o meşhur mozaiğe sığmayan diğer taraflar için de artık ayyuka çıkmışken bunu rahatlıkla söyleyebiliriz
Rengin Ergül
Öldürülen baba kızının üniversite yurdunu bastığında devlet bu genç kadına koruma sağlasaydı, anneyi her dövdüğünde gidilen karakol anneye koruma sağlasaydı, birkaç gün öncesine kadar çocuk; birkaç gün sonrasında ise ‘katil’ olan 18 yaşındaki o genç, babaya karşı koruma altına alınsaydı bu cinayet işlenecek miydi?
Bunu emekli olabilmek için SGK ile gün sayısı kavgasına giren yaşlı bir emekçiden, bütün aileye şiddet uygulayan babayı bir gün sofradaki bıçakla öldüren 18 yaşındaki erkek çocuğundan, inandığı değerler uğruna mücadele eden bir örgüt militanına; geniş bir denklemden soruyorum.
SGK’nın işgüzarlıkla uzattığı hak mücadelesini anlamadığı hukuk dilinde, yargıçların tıpkı yıllarca patronlarının yaptığı gibi azarına maruz kalarak anlatan emekçinin -yüce yargıç nezdinde- şüphesiz ki yaşlılıkla birlikte daha katlanamaz hale gelen cehaleti; babanın şiddet eylemlerini taşıdıkları devlet mekanizmalarının hiçbiri tarafından koruma altına alınmayan gencin babayı öldürerek büyük suç işlediği konusunda hemfikir olunması ve üzerinde değerlendirmeye bile gerek olmayan örgüt militanının suçluluğu… En büyük suçlu o zaten…
Aynı toplumsal sözleşmenin bu tarafındakiler, yani emekçiler, öldürülmek istemeyen kadınlar ve çocuklar, Kürtler, Aleviler, devrimciler; velhasıl işte o meşhur mozaiğe sığamayan bizler; yüce Anayasa ile güvence altına alınan sosyal güvenlik hakkımızı almak için azar işitebilir, yaşam hakkı tehlike altında olan gençler, kadınlar olarak yüce Devlet’ten başka kimseye öldürme kudreti verilmediğini hatırlamak zorunda bırakılabilir; onurlu bir yaşam sürmek isteyen örgüt militanları olarak ise mümkünse bu talep için “Augeas’ın ahırı”ndan medet umabilir ama sözleşmenin diğer tarafı olan yüce devlet aygıtları meşruiyetini yeri geldiğinde ilahi yeri geldiğinde dünyevi yasalara dayandıracak bir aymazlıkta olabilir. Aksini düşünen varsa bir mahkeme salonunun kudretli havasını solumak zorunda kalabilir. Muktedirle mizah ile baş etmenin şirazesini biraz kaydırmış twitter ahalisinin diliyle “Silivri soğuktur!” da denebilir.
İstanbul’da Ağır Ceza Mahkemesi stajımın ilk duruşmasında babasını öldürmeden birkaç gün önce 18 yaşına giren bir genci sonradan Kieslowski’nin Öldürme Üzerine Kısa Bir Filmindeki Jacek karakterini izlerken de hatırlamıştım. 21 yaşındaki Jacek 1988 Polonya’sında bir taksiciyi öldürür, yargılanır, idam cezası alır ve idam cezası infaz edilir. Jacek’in işlediği cinayet rastlantıların sonucu bir eylem de olsa devletin yargılama ve infazı Marx’ın “Ölüm Cezası” makalesindeki “korkunç düzenlilik”e sahiptir. Evet Jacek gibi, o mahkeme salonunda kimseyle göz göze gelemeyen genci düşündüğümde o gün o sofrada bıçak olmasaydı ya da hayalimizi büyütelim; öldürülen baba kızının üniversite yurdunu bastığında devlet bu genç kadına koruma sağlasaydı, anneyi her dövdüğünde gidilen karakol anneye koruma sağlasaydı, birkaç gün öncesine kadar çocuk; birkaç gün sonrasında ise ‘katil’ olan 18 yaşındaki o genç babaya karşı koruma altına alınsaydı bu cinayet işlenecek miydi? Sadece Kieslowski’nin rastlantısal sinema dünyasında değil bizim basit dünyamızda dahi diyebiliriz ki; hayır işlenmeyecekti. Peki, yargılama, cezalandırma, hapsetme, yargılama ücretini belirlemeye kadar “korkunç düzenlilik” içinde olan bu devlet aygıtları bu salonların dışında neden bu kadar rastlantısal ve dağınık sonuçlara mahkum ediyor bizleri? Ya da tüm bu olanlar da aslında rastlantısal değildir diyebilir miyiz? Ya da tıpkı o salonlarda olanların zenginler değil; hakkı peşindeki emekçiler, şiddet faili babalar değil; şiddetten korunmayan çocuklar, köyleri yakan kamu ajanları değil; onurlu bir yaşam peşinde koşan Kürt gençleri olmasının rastlantısal olmadığı gibi diye sorabilir miyiz sorumuzu?
Cezalandırma, öldürme -Türkiye’de 1984’e kadar idam cezaları infaz edilirdi- , ölünceye kadar hapsetme, emeklilik yaşına kadar bir ihtimal sağ çıkabileceği bir işte üç kuruşa çalışmaya mecbur bırakma kudretine sahip yüce devlet karşısında neden anlayamayacağı hukuk dilinde bir hak peşindedir bu emekçiler ya da neden suça bu kadar meyillidir babaları tarafından sistematik şiddete maruz bırakılan bu çocuklar? Daha provakatif soralım sorumuzu, neden hakları anayasal güvence altında olan emekçiler çoğulken örgüt üyesi; tekilken mahkeme salonunda azarlanan bir cahil? Neden tekil bir öldürme eylemini işleyen o çocuk suçlu, katliamlar yapan devlet ve onun kamu ajanları değil? Yahu neden toplumsal sözleşmenin bu tarafındakiler aç yatabilir ama hırsızlık yaparsa suçlu, bunca insanı aç yatırıp saraylarda yatanlar değil? Neden o saraylar yıkılmaz, saraydakiler mahkeme salonlarına sığmaz ama bir halkın iradesini temsil eden Kürtlerin siyasetçileri hücrelere sığar?
Belki de artık ortada bir toplumsal sözleşme kalmadığı içindir; zira o toplumsal sözleşmeye dayalı Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmaması bugünlerde Kürtler dışında ama o meşhur mozaiğe sığmayan diğer taraflar için de artık ayyuka çıkmışken bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Burada belki iki noktayı biraz açmam gerekecek. Birincisi eşitsizliği vurgularken yukarıda verdiğim “insan öldürme” ve “hırsızlık” eylemleri üzerinden herkese istediğini çalma ve öldürme hakkı tanınmasından bahsetmiyorum. Burada iki farklı yaklaşıma değinmek istiyorum. Mesela Hegel “ceza suçlunun hakkıdır. Onun kendi iradesinin bir eylemidir. ” der ancak burada kişinin olduğu alanın hukuk alanı olduğunu, kişi statüsüne erişilemeden suç işlemekten bahsedilemeyeceğini ve kişi statüsünün dayanağının ise irade olduğunu söyler. Hukuk alanında özgür irade sahibi bir kişi için ancak suçtan ve daha sonra cezadan bahsedilebilir Hegel için. Marx ise “Ölüm Cezası” yazısında “Kabil’den beri dünyanın cezayla yola geldiğini gösteren bir şey yoktur” der. Hem Hegel hem de Marx’ın tartıştığı bağlamdan ikinci konuya, toplumsal sözleşmeye gelmek istiyorum. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde geçerli olan toplumsal sözleşme; TC Anayasası bizim özgür iradelerimizin bir sonucu mudur yoksa çeşitli yamalarla devam eden bir cunta anayasası mıdır? Habermas kamusal alanda herkesin özgür ve eşit olduğu bir denklemi; yani “kalplerde mutabık” sosyal devlet ve müşteri vatandaş ilişkisine karşı çıkarken şöyle der. “Meşruluğun kaynağı bireylerin önceden belirlenmiş iradesi değildir daha ziyade bu iradenin oluşması yani bizzat müzakere edilme sürecidir. Meşru bir karar genelin iradesini temsil etmez, ancak genelin müzakeresinden ortaya çıkan bir karardır. Müzakere süreci hem bireyci hem de demokratiktir. Meşru yasanın genel iradenin ifadesi değil, genel müzakerenin bir sonucu olduğunu kabul etmeliyiz. ” İşte tam olarak, bir toplumsal sözleşmeyi meşru kılacak, herkesin kişi statüsüne erişebileceği ve dolayısıyla suç işleme ve ceza alma hakkına sahip olabileceği bir sonuca ancak genel bir müzakere süreci ile varılabilir. Böyle bir süreç işletilmeden “hırsızlık suçu” sizlere sarayda yatan hırsızları değil bir gece yarısı kablo çalan bir yoksulu anımsatacak. Bu haksızlık denkleminde yer alan sınıflar, muhalifler ve etnik kimlikler açısından ise Marx yine haklı çıkacak, hiçbirimiz ceza ile yola gelmeyeceğiz.
Bizi tekrarla hatırlatırsak; toplumsal sözleşmenin bu tarafındakiler, yani emekçiler, öldürülmek istemeyen kadınlar ve çocuklar, Kürtler, Aleviler, devrimciler; velhasıl işte o meşhur mozaiğe sığamayan bizler nasıl bir mücadele öreceğiz? Meşruiyetini dayandırdığı toplumsal sözleşmesi çöken saray ahalisine, gündelik hayatımız bile bu kadar kuşatılmışken sadece sandıkta mı cevap vereceğiz? Sandık sonuçları binlerce muhalif insanı hapishanelere kapatan, maden katliamlarının sorumlusu patronları cezasız bırakan, emekçinin üç kuruşluk emekli aylığı için ömründen yıllar alan mahkeme salonlarının, aynı fikirde olmadığınız için sizi bir hücrede bedeninize hapsetme tehdidini yüzünüze savuran o hakim ve savcıların kudretinin zeminini kaydıracak mı? O zeminin kayması için daha ne kadar haklı olmayı, daha ne kadar yoksul olmayı, daha ne kadar öldürülmeyi beklemeliyiz?