Demokrasinin yerel ile olan bağı üzerine çokça yazılıp çizilir. Kimi yaklaşımlar demokrasi ile yereli özdeşleştirirler. Yereli özcü bir biçimde “demokrasinin beşiği” olarak tanımlarlar. Tarihsel olarak pür liberallerin savunduğu bu görüşe göre yerel yönetimler ile demokrasi arasında eşitlik ilişkisi kurulur. Ancak Alexis de Tocqueville, John Locke ve John Stuart Mill gibi liberallerin bu görüşü sınıfsal ilişkileri hesaba katmayan siyaset indirgemeci bakışıyla sınırlı olduğundan esasen yerel olan ile demokrasi arasındaki karmaşık ilişkiyi tam anlamıyla kavrayamazlar. Liberallerden neoliberalizme ise bu durum biraz farklılaşır. Neoliberalizmin yerel seviciliği açıktan açığa sermayenin dünya yüzeyinde büyük bir akışkanlık kazanarak toplumun tüm kılcal damarlarına sirayet edip piyasalaştırması projesinin kritik bir boyutudur. İkiz süreçler olarak tanımladıkları küreselleşme ve yerelleşme bir demokrasi sevdasından değil kârlılık alanlarının arttırılması sevdasından ileri gelir. Küyerelleşme gibi tuhaf söz oyunlarıyla algı çalışması yapılan bu hamle yereli araçsallaştıran, yerel yönetimleri şirketleştirmek isteyen neoliberal iktisadi aklın bir projesidir.
Buna karşılık radikalizm yani sol düşünce yerel ile demokrasi arasındaki ilişkiyi güçlü bir potansiyel olarak kavrar. Yerel ile demokrasi arasındaki ilişkinin özcü bir kolaycılıkla kendiliğindenci konformizme kurban edilemeyeceğini savunur. Ancak en basit tanımıyla halkın iktidarı olarak demokrasinin yerelden inşasının olanaklılığını vurgular. Zaten solun tarihsel mücadele mirasına ve atılımlarına baktığımızda bu yerelden demokrasi inşasını net bir biçimde görürüz. 1871 Paris Komünü, yerel demokrasinin “gerçek demokrasi”nin inşasına girişmişti. 1917 Ekim Devrimi de esasen yerelden ilmek ilmek örülmüştü. Yine Türkiye’deki Fatsa deneyimi de bu mücadele mirasının bir halkasıdır. Ancak bu ihtişamlı mirasa karşın radikalizmin hem Türkiye’de hem de dünyada yereli ve yerel demokrasiyi kolayca gündeminde alt sıralara alması gibi can sıkıcı bir süreç de yaşandı. Bu Abdullah Öcalan’ın paradigması ile aşılırken radikal muhalif siyasetin yeniden toplumsallaşması kapitalist ulus devlete karşı demokratik ulus yerel demokrasi zemininde gelişti.
Türkiye gibi otoriter merkeziyetçiliğin dozunu daha da arttırdığı bir dönemde yerel demokrasi ve yerel mücadele bu merkeziyetçi zehrin panzehiridir. Halihazırda karşımızda yerel olan her ne varsa düşman olan kaskatı bir merkeziyetçi iktidar var. Merkeziyetçilik o kadar yoğun ki AKP-MHP iktidarı Türkiye’ye bir “merkeziyetçilik cehennemi” yaşatıyor. Toplumu nefessiz bırakarak boğmaya çalışan AKP-MHP faşist iktidarına karşı mücadelenin en önemli hattı yerel demokrasidir. DEM Parti de radikal demokrasi ideolojisiyle bu mücadele hattının merkezidir. Radikal demokrasi, demokrasiyi salt siyasal alanla sınırlamayan, merkeziyetçi ulus-devletin elinde rehin tutulan demokrasiyi ekonomiden siyasete, merkezden yerele kadar toplumsal yaşamın tüm alanlarını ve düzeylerini demokrasiyle buluşturmanın adıdır. Demokrasinin demokratikleştirilmesidir.
Tam da böylesi bir tarihsel aralıkta 31 Mart 2024 Yerel Seçimleri daha da önem kazanıyor. Dönem tam da yerel demokrasi mücadelesini yükseltmenin dönemidir. Bu seçimlerde esasen üç taraf var. Bir tarafta yereli merkez lehine yutan statükocu merkeziyetçilik, bir tarafta yereli araçsallaştıran restorasyonculuk, diğer tarafta radikal demokrasinin yerel demokrasi anlayışını savunan Partimiz var. DEM Parti 31 Mart Seçimleri’nde merkeziyetçi statükoya karşı, radikal demokrasinin yerel gücünü temsil ediyor. Kayyumlara karşı halkın iradesini, merkeziyetçiliğe karşı yerel demokrasiyi, faşizme karşı radikal demokrasiyi savunuyor. Dolayısıyla 31 Mart Seçimleri merkeziyetçi güçlerle yerel demokrasi güçlerinin mücadelesinden başka bir şey değildir. 31 Mart Seçimleri belediye başkanının kim olacağına ilişkin basit bir tercih değil katı merkeziyetçiliğe karşı yerel demokrasinin mücadele sahası olacaktır.