“Onlar ümidin düşmanıdır sevgilim
akar suyun
meyve çağında ağacın
serpilip gelişen hayatın düşmanı
…….
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına”
Nazım Hikmet
“Çünkü insanoğlunun hiçbir icadı para kadar kötülük saçıcı değildir. Ülkeleri harap ve yerle bir eden odur; dessaslığı öğreterek mertliği bozar ve böylece asil ruhları fenalığın iğrenç yoluna saptırır. İnsanları her türlü hileye başvurdurur ve onlara her günahı işletir”.
Sofokles (Antigone)
“[Yabancı] Kapitalistler yüzyıllar boyu azgelişmiş Dünya’da suç işlemekten başka iş yapmadılar”.
Frantz Fanon
Büyüme, kalkınma, ilerleme adına doğa utanmazca yağmalanıyor, talan ediliyor. Su, toprak, hava kirleniyor, insanlar canlı canlı toprağa gömülüyor. Havanın, suyun ve toprağın kirlendiği bir dünya ne demektir? Dinci iktidar etik değerlere külliyen yabancılaşmış, iktidar medyası yalanın ve yok saymanın hizmetinde, medyadan başka her şeye benziyor. Oysa gazeteci namussuz olamaz, namussuzsa gazeteci değildir…
İyide bütün bu saçmalığın ve kepazeliğin gerisinde ne var? Lânet olası kapitalizm var ama onu ağzına alan pek yok… Kapitalizm ‘insanlığın normal hali’ sayıldığı için… Kapitalizm etik değerlere külliyen yabancılaşmış bir sistemdir… Kapitalist, işçiyi ‘insan olarak görmez’ ve öyle muamele etmez… Onu üretim sürecine dahil olan makine, hammadde, ara malı, enerji gibi üretim girdilerinden biri sayar… Gerekli gördüğünde kullanır, gereksiz saydığında işine son verir… İşçi (proleter) üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum edilmiş durumdadır. Emeğini kapitalistlere satmadığı zaman aç ve çaresizdir… Aslında işçiler tüm kapitalistlerin ortak kölesidir… Bu, işçinin Klasik Dönem’in kölesinden farkını oluşturur… Klasik dönemde köle sahibi efendi, kölenin akıbetine kayıtsız kalamaz, açlıktan ölmesine izin vermez, Aksi halde para verip yenisini satın almak zorundadır… Kapitalistler için o tür kaygılar söz konusu değildir… Zira her an emeğini satmaya hazır milyonlar sırada beklemektedir…
Şimdilerde Türkiye tam bir ‘savaş artığı’ manzarası arz ediyor. Sıradanlaşmış işçi katliamı, kadın katliamı, yangınlar, trafik kazaları, su baskınları, batan gemiler, cinayetler, çöken evler, türlü türlü skandallar… Kazasız belasız bir gün geçmiyor… Her seferinde ‘bu kadarı da olmaz’ deniyor ama daha beteriyle yüzleşiliyor.
İş kazası denilen cinayetlere, kırıma gelirsek, iş güvenliğini belirleyen doğrudan sınıfsal güç dengelerinin düzeyidir. Eğer işçi sınıfı örgütlü, bilinçli ve mücadele yeteneği, dolayısıyla pazarlık gücü yüksekse, iş güvenliği denilenin de bir önemi ve değeri olabilir… İş güvenliği ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için yapılan harcamalar kâr oranını ve miktarını küçültür… Bunun tersi de aynı derecede geçerlidir. İş güvenliği, çalışma koşullarının iyileştirilmesi için yapılan harcamalar ne kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür… Dolayısıyla ‘iş kazası’ denilen aslında taammüden işlenen işçi cinayetlerini sözünü ettiğimiz bu bağlamda anlamak gerekir.
Türkiye’de işçi kırımının bu kadar büyük olmasının asıl nedeni, işçi sınıfının örgütsüz, bilinçsiz, dolayısıyla mücadele yeteneğinin yerlerde sürünüyor olmasındandır. Kapitalistler ve kapitalist devlet üzerinde bir basınç oluşturma yeteneğinden yoksun olmasındandır. İşçi sınıfının çok küçük bir bölümü örgütlü. Sendikalı işçi sayısı sembolik boyutlarda. Mevcut sendikaların da kahir ekseriyeti sendikaya benzemiyor. Aslında devletin ve sermayenin örgütleri… TÜRK-İŞ’e bak anlarsın denecektir… TÜRK-İŞ Konfederasyonu’nun bir devlet kurumundan ne farkı var? Söz konusu olan misyonuna ve varlık nedenine külliyen yabancılaşmış bir örgüt değil mi? Ekseri gözden kaçan bir şey var: Bu yozlaşmış örgütlerin yöneticileri aslında işçi sınıfına değil, burjuva sınıfına dahildir. İşçi aidatlarını istedikleri gibi harcıyorlar. Gerçek sendika (işçi örgütü) sayılanlar devede kulak bile değil…
Fakat AKP’li dönemde işçi kırımının skandal boyutlara çıkmasının ilave bir nedeni daha var: Zira, AKP döneminin devlet bildik devlet değil… Devlet de bir şirket gibi işliyor, daha doğrusu işlemiyor: Hiçbir asgari kural, ilke, etik değer söz konusu değil… Türkiye’deki rejimi tanımlamak için yeni bir kavram peydahlamak gerekiyor.
Kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden, yol alamaz… Şimdilerde doğa kırımının skandal boyutlara ulaşması, kapitalizmin içinde bulunduğu konjonktürle doğrudan ilgili. Artık kapitalizm geleneksel alanlarda yeteri kadar yeni değer, fazla değer, artı değer yaratamıyor… Çareyi doğa yağma ve talanını derinleştirmekte buluyor. Doğa yağma ve talanı da bütçeyi, hazineyi ve müştereklerin yağma ve talanıyla mümkün oluyor… İşçi ücretlerinin, emekli aylıklarının yerlerde sürünmesi, sözünü ettiğim yağma ve talanın sonucu… Son yirmi-otuz yılda sermayenin yöneldiği alanlara bak anlarsın denecektir. Türkiye tam bir betonistan görüntüsü veriyor. Atılan her adımda doğa yok ediliyor ve insanların çoğunluğunun olup-bitenden haberi bile yok!.. Bu saçmalık, bu kepazelik de büyüme/kalkınma adına “meşrulaştırılıyor-kabullendiriliyor”… Birileri de çıkıp, şu lânet olası büyümenin ( GSYH artışı) ne olduğu, ne pahasına gerçekleştiğini sorun etmiyor. Eğer tevatür edildiği gibi ekonomik büyümeyle toplumsal refah arasında doğru yönde bir ilişki olsaydı, bugün insanlar bolluk denizinde yüzüyor olurdu.
Türkiye’de işçi kırımı vahşi kapitalizm çağının manzarasını çağrıştırıyor. Aynı bundan 166 yıl önce Marx’ın Kapital’in birinci cildinde yazdığı gibi: “1865 yılında Büyük Britanya’da 3217 kömür madeni 12 müfettiş vardı. Yorkshire‘lı maden sahibinin yaptığı hesaba göre (Times, 26 ocak 1867), müfettişlerin bütün zamanını yutan büro işlerini bir yana bıraktığımızda, her maden ancak 10 yılda bir kere incelenebilirdi.
Son yıllarda (Özellikle de 1866 ve 1867 yıllarında) patlama ve kazaların gerçek sayısı büyüklük açısından (bazı hallerde ölen işçi sayısı 200-300’ü buluyor.) gittikçe artmakta olmaları, hiç de şaşılacak bir şey değildir. “Serbest” kapitalist üretimin güzellikleridir. Bunlar!”.
Velhasıl neden söz ettiğini bilmek, şeyleri adıyla çağırmak önemlidir denecektir…