AKP’nin iktidarda bulunduğu 22 yıl boyunca ülkenin başı felaketlerden kurtulmadı. Depremler, seller, orman yangınları, pandemi, madenlerde göçükler ve daha nicesi… Bunların bir kısmı doğa olayları olmakla birlikte, bilimsel gelişmeler ve teknolojinin sağladığı imkanlarla tüm bu doğa olaylarının öngörülebilmesi ve alınacak önlemlerle felakete dönüşmesini engellemek mümkündü.
Örneğin deprem riski olan bölgelerde güvenli kentler, binalar inşa edilebilir, deprem anında ve sonrasında can kayıplarını azaltacak organizasyonlar yapılabilirdi. Ya da maden arama ve çıkarma izni verilirken çevre etkisi araştırılıp madenlerde çalışanların, bu yörelerde yaşayanların yaşamını doğrudan riske atacak ve eko sisteme kalıcı zararlar verecek yatırımlar engellenebilirdi. Veya işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınarak her yıl yaklaşık 2 bin işçinin yaşamını yitirmesinin önüne geçilebilirdi.
Yapılabilecekler yapılmadığına göre şunu söyleyebiliriz: Doğa olaylarının felakete, herhangi bir üretim faaliyetinin işçi katliamına ve/veya doğa talanına dönüşmesinin engellenmemesi becerisizlikten, bilgisizlikten, liyakatsizlikten, yanlışlıktan vs değil, “AKP iktidarının tercihleri”nin sonucudur!
AKP, 2002’de ilk kez iktidara gelirken uygulamayı taahhüt ettiği neoliberal yapısal uyum programı ile, kapitalizmin uluslararası kurumlarının (DB, IMF, AB vb) ve sermayenin çıkarlarını toplumun genel çıkarlarının önünde tutacağını açıkça ortaya koymuş ve 16 Kasım 2002’de Erdoğan tarafından kamuoyuna duyurulan 58. Hükümet Acil Eylem Planıı ile de bunu deklare etmiştir. Aradan geçen 22 yılda AKP hükümetleri, yapısal uyum programının belirlediği hedeflere ulaşmak için -Türkiye’de siyasal rejimin daha da otoriterleşmesi de dahil olmak üzere- ekonomik, siyasal ve kültürel alanda köklü bir değişim gerçekleştirmiş ve netice itibariyle bu hedefinden en ufak bir sapma göstermemiştir.
Erzincan İliç’te gerçekleşen, 9 işçinin can verdiği; doğaya yayılan siyanür ve diğer ağır metaller nedeniyle eko sisteme geri dönülemeyecek zarar vererek orta ve uzun vadede milyonlarca insanın ve diğer tüm canlıların yaşamını etkileyecek olan maden katliamı, AKP iktidarının yarattığı son felaketlerden biridir. AKP döneminde verilen maden izinleri nedeniyle Artvin’den Ağrı’ya, Eskişehir’e, Uşak’a kadar ülkenin dört bir yanında Erzincan’da yaşanan felaketin/katliamın bir yenisinin yaşanması her an beklenmektedir. Tıpkı yine ülkenin dört bir yanında her an gerçekleşebileceği bilimsel çalışmalarla ortaya konan depremlerin 6 Şubat depremlerinde ortaya çıkan felaket tablosunu tekrar yaşatabileceği; ya da ülkenin herhangi bir köşesinde yaşanacak yeni bir Soma katliamının gerçekleşmesinin göz ardı edilemeyecek bir ihtimal olması gibi…
AKP döneminde gerçekleşen, işçi ve doğa katliamına dönüşen felaketlerin ortak noktası, “bunlara yol açan nedenlere daha fazla rant ve kâr elde etmek için göz yumulması ve hatta felakete/katliama neden olan koşulların siyasi iktidar tarafından yaratılmış olması”dır. Her felaket/katliam sonrasında “sorumlulardan hesap sorulacağı” dile getirilse de yıllardan bu yana kimseden hesap sorulmadığı gibi faillerin yönetim kademelerinin en tepelerine getirilerek ödüllendirildiğine tanık olunmakta; hal böyle olunca da felaket ve katliamlar sürüp gitmektedir.
Depremlerin, sellerin, pandeminin, madenlerin neden olduğu faciaların, orman yangınlarının vb felakete/katliama dönüşmesinin engellenmesi ve faillerden hesap sorulabilmesi için öncelikle sermayenin çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyan politikalara ve bu politikaları uygulayan siyasi yapılara son verilmelidir! Bunun içinse alternatif politikalar üreten siyasi aktörlerin varolması ve ondan da önemlisi toplumsal mücadelelerin yükselmesi gerekir. Neden olduğu tüm felaketlere rağmen AKP’nin 22 yıldır aralıksız iktidarda kalabilmesinin, halkın önüne başka bir alternatif konulamamış olması ve toplumsal muhalefetin etkisiz kalmış olduğunu unutmamalıdır.
CHP başta olmak üzere, AKP iktidarına muhalefet eden partiler, yirmi yılı aşkın süredir yaşanan felaket ve katliamlara neden olan politikalar karşısında herhangi bir alternatif ortaya koy(a)mamıştır. Toplumsal mücadelenin ana bileşenleri olan emek ve meslek örgütleri ile ekoloji mücadelesi yürüten yapılar ise mücadeleyi sınıfsal bir perspektifle ele almadıkları gibi meselenin Türkiye’nin demokratikleşmesiyle ilişkisini de yeterince kuramamıştır. Böylece halklar arasında yaratılan düşmanlık üzerinden milliyetçilik yükseltilmiş; emek sömürüsü, doğa talanı ve yaşam alanlarının rant için feda edilmesinin üzeri örtülebilmiştir.
Türkiye’de demokrasi tesis edilmeden sermayenin çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne koyarak felaketlere/katliamlara neden olan politikalara son vermenin mümkün olamayacağı onlarca yıldır tecrübe edilmektedir. Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü başta olmak üzere, toplumsal barışın sağlanması, Türkiye’nin demokratikleşmesi için başat koşuldur. Bu bağlamda ülkeyi felaket ve katliamlardan kurtarma çabası içinde olan toplumsal muhalefetin demokrasiyi, barışın toplumsallaşmasını içselleştir(e)meyen mücadeleleri, ülkeyi felaketlerden kurtarmak için yeterli olmayacaktır.