Tertele, Kürtçe bir sözcük. Zelzeleye benzer. Zelzele yeri sallar, tertele toplumu. Karışıklık, kargaşa, kırım, öldürme, yakıp yıkma gibi her kötü olayı içerir. Zelzele doğanın, tertele doğanın en büyük düşmanı olan insanın eseridir.
Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte Kürtlere karşı başlayan sindirme, asimile etme, aç bırakıp göçe zorlama, yok etme, yargısız infaza ve her türlü baskı ve şiddete maruz bırakmadan Dersim de payını büyük ölçüde almıştır.
1926’da Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey, raporunda bir çıban olarak gördüğü Dersim’in ıslahının mümkün olmadığını, okul açmanın yararı olmayacağını, halkın dağıtılması, tenkili ve ağaların uzak illere sürülmesini önermiştir.
1930’da 1. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Öngören, aynı mealde rapor verip aç ve işsiz bırakılarak göçe zorlamak ve yerine Türk ahali yerleştirmek gerektiğini rapor etmiştir. 1934’te çıkarılan İskân Kanunu bunu kurallaştırmış, Türkiye’yi etnik bakımdan üç bölgeye ayırarak Kürt bölgelerine yeni bir yönetim biçimi getirmiştir. Getirdiği Umumi Müfettişlikler aracılığıyla tam bir baskı rejimi kurmuştur. Bu müfettişler, birkaç ili birlikte yönetmekte, adeta birer sömürge valisi durumundalar. Kurulan İstiklâl Mahkemeleri’nin kararları derhal kesinleşiyor, idam hükümleri Meclis’e sunulmadan Umumi Müfettişin takdirine bırakılıyordu. 25.12.1935’te kabul edilen Tunçeli kanunuyla doksanlı yıllarda güvenlik amacıyla yeni kurulan iller ve üç beş yüz nüfuslu ilçeler gibi bir iki yüz haneli Kalan köyü il merkezi haline getirilip birçok köy de bucak yapılarak karakollar inşa ediliyor. Tunceli Valisi yıllarca Elazığ’da görevini yürütüyor. Yavaş yavaş ortamı geren ve savaş hazırlıkları yapan devletin kendisi. Şimdi artık bir provokasyona bakıyor her şey. Yandaş Kürt düşmanlarının savı, Sincik Köprüsü’nün havaya uçurulup 33 askerin öldürülmesiyle başlandığı. Daha sonra da 56 askerin öldürüldüğünü yazan bu yazarları, Genel Kurmay Başkanlığı yalanlamakta, daha doğrusu Kürt isyanları anlatılırken bu olaylardan hiç söz etmemektedir. Genel Kurmay, 20 mart 1937’yi 21 marta bağlayan gece Harçik Irmağı üzerindeki tahta köprünün yakıldığını söylüyor, herhangi bir ölüm yok. İhsan Sabri Çağlayangil de anılarında, Şeytan Köprüsü demekte. Halbuki Sincik Köprüsü, Seyit Rıza’nın idamından iki gün sonra 17 Kasım 1937’de Atatürk tarafından açıldı. Olayların içinde yaşayanlar ise kaçırılan bir kızın karakolda alıkonularak erkeklerin gönderilmesinden sonra rütbeli askerlerce tecavüze uğraması üzerine o askerlerin öldürülmesiyle harekâtın başladığını belirtiyorlar. Tunceli kanunu ile kurulan, Elazığ, Tunceli, Erzincan ve Bingöl illerini kapsayan Dördüncü Umumi Müfettişliğe, Koçgiri olaylarındaki gaddarlıgıyla hala hatırlanan Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı Abdullah Aldoğan Paşa getiriliyor. Elhak o da kayın babasını aratmadı. Harekât sırasında girilen evlerin derhal yakılması emrediliyor. Evlerin ortasında bir kalın direk bulunur ve tüm tavanı taşır. O direğe evdeki yorgan ve kilimler sarılarak ateşe verilir ve biraz sonra bina tümüyle çöker, içindeki canlı cansız her şey yok olur. Savaşın sonunda hile ile yakalanan Pir Seyit Rıza ve oğlu Hüseyin, birkaç arkadaşıyla idama mahkum edilir. Seyit Rıza’nın kendisi 65’in üzeri, oğlu daha on yedisinde. Yasal olarak ikisi de idam edilemez. Birinin yaşı küçültülerek, biri büyütülerek idam edilir. Çağlayangil’in anılarında oğlunun yaşının büyütülmesi kararını imzalamayan hakimin yerine idamdan sonra getirilen hakimin imzası açılarak karar imzalatılır. Seyit Rıza’nın oğlunun idam edilmeyeceğini düşünerek ona verilmesini istediği saat verilmeden kendisnden önce idamı üzerine son sözü olarak: “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun” dedi.
Hiçbir zaman çöktüremeyeceklerini bildikleri için bu kadar hırçın ve acımasızlar. Olayları yaşayanların anlattıkları insanın içini yakıyor. Ben bizzat olayları yaşamış iki kişi ile uzun uzun sohbet etme imkânı buldum. Onlardan iki anekdot anlatacağım. Birini savaşta bulunmuş Darende’nin Yeniköy’ünden Hasan Çavuş anlatmıştı. Kürt’tü. Savaşta çavuş rütbesiyle gece arkadaşlarıyla beklerken uzakta, karanlıktan yararlanıp kaçanları duyarlar. Yanlarındaki bir çocuğa kalmasını söylüyorlar, çocuk “é min bi kujin/beni öldürürler” diyor, “na, tu zariyi, bi te tu xrabi nakın/hayır, sen çoksun, sana bir kötülük yapmazlar” deyip orada bırakıyorlar. Sabah gün ağarırken bir taşın yanında uyuyan çocuğu gördüklerini ve bir çavuşun çocuğu süngülediğini, neden yaptığını, daha çocuk olduğunu söylediğimde, “yarın o da büyür, bunlar gibi bize karşı silah kullanır” cevabı aldığını söylemişti.
Diğeri, savaş sonrası Konya’ya sürgün edilip Demokrat Parti döneminde sürgünden dönerek Malatya’ya yerleşen dünya tatlısı Gazal teyzeydi. Fevzi Çakmak’ın resmi vardı evinde, o gelmeseydi biz hepimiz ölmüş olacaktık demiş ve yapılan mezalimi anlatmıştı.
Bunların bilinmesine, toplumda ikilik ve düşmanlık yaratacağı düşüncesiyle bir zamanlar karşı çıkıyordum. Gördüm ki eğer yüzleşmezsek daha fazlasıyla karşılaşıyoruz. Dersim’den sonra sakin geçen on-onbeş yıllık bir sürenin akabinde 1960’ların ortalarından itibaren Köyceğiz, Elbistan, Maraş, Malatya, Çorum, Sivas, Lice, Roboski, Sur, Cizre, Şırnak ve daha birçok yerde aynı olaylar meydana geldi. Yüzleşip failleri gereken cezayı görmedikçe bunlar gibi daha birçok olayla karşılaşmamız önlenemez.
Bu tertelede, resmi kaynaklar 150 civarında asker öldüğünü, 13 bin “şaki”nin ölü ve kayıp olduğunu, bir miktar da sürgün olduğunu belirtiyorlar. Tarafsız kaynaklar ise ölü sayısını 30 ila 70 bin arasında vermekteler.
Amaç, Dersim’in insansızlaştırılmasıydı. Başaramadılar, başaramayacaklar. Olan Türküyle, Kürdüyle tüm Türkiye halklarına oluyor.