Türkiye’nin AB üyeliği macerası Berlin’de ya da Paris’te değil Suriye’de sonlandı.
Eğer Saray rejimi, Davutoğlu’nun çizdiği “stratejik derinlik” sularında 2015 yılına kadar yüzdüğü gibi “Arap Baharı”nda yelkenlerini şişirebilseydi, bugün AB üyesi olurdu. Davutoğlu “Ortadoğu’da bölgesel güç merkezi olma yoluyla AB üyeliğini elde etme” hedefini bir “hayalperest” olarak Saray rejiminin önüne koymadı. Bu aslında biricik gerçekçi hedefti. Bölgesel emperyalist aşamaya tırmanan Türk kapitalizmi için AB üyeliği ile varlığını güvence altına almanın Ortadoğu pazarlarında egemen olma dışında hiçbir çıkış yolu yoktu.
Türk devleti 2015 yılına kadar bölgede büyük bir yayılma hamlesi gerçekleştirdi. “Ilımlı İslam” modeli olarak ABD’nin ve AB’nin desteğini kazandı. İran’la girdiği rekabette neredeyse kazanıyordu. Irak’tan Suriye’ye, Suriye’den Mısır’a, Mısır’dan Libya’ya, Libya’dan Tunus’a kadar Türk inşaat tekelleri, bankaları, sanayi tekelleri muazzam yatırımlar yapıyor, sermaye ihraç ediyordu.
Şu bir gerçek: Pazarların yeniden paylaşımı netameli bir iştir. Burada yalnızca sermayenin “cesareti” yetmez. Sermaye, pazarları “barışçıl yöntemlerle” paylaşmayı silahsız sonuçlandıramaz. Bu emperyalizmin temel kanunudur. Çünkü rekabette kaybeden ülke ölür. O nedenle sermayenin rekabet mücadelesi orduların savaşlarıyla desteklenir.
Öyle de oldu.
Türk devleti, elde ettiği pazarları korumak ve genişletmek için 2010 yılında esen Arap Baharı rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurdu ve ABD’nin ipiyle Suriye kuyusuna gözü kapalı indi. Böylece “üçüncü dünya savaşına” “ılımlılarla” başladı, ardından ılımlıların DAİŞ’e dönüşmesiyle ABD “dur” dese de “durmak yok yola devam” diyerek 2015 yılına geldi dayandı.
Derken 1 Kasım’da kurtulan Kobane’yi TIR’larıyla desteklediği DAİŞ sayesinde zaptetmeye ramak kalmışken, her şey ters yüz oldu. Kobane’de YPG ile ABD arasında bir ittifak gerçekleşti ve bu da Saray rejiminin “Stalingradı” oldu. Savaş kaybedilmiş, Ortadoğu’da güç merkezi olma yolu kapanmıştı.
Bunun sonucu, Türkiye’nin AB üyeliği hedefinin de yok oluşuydu.
Şimdi AB’nin Genişlemeden Sorumlu üyesi Johannes Hahn, “AB ile Türkiye arasındaki müzakerelerin nihai olarak sonlandırılması” gerektiğini ilan etti.
Hahn kim?
Avusturya’daki “ırkçı” hükümetin temsilcisi.
Türk rejimi ile Avusturya rejimi adeta “ikiz kardeş.” Tıpa tıp birbirlerine benzemekte. Avrupa’nın, L. Amerika’nın siyaset dünyasında her gün Türk rejiminin tıpkısı rejimler birbiri ardından dünyaya geliyor.
Geliyor ama bu “ikizler, üçüzler, dördüzler”, vaktiyle işçi, emekçi iktidarlarının arasındaki “kızıl enternasyonale” benzer bir “kara enternasyonal” yaratamıyor. Çünkü her ırkçı rejim, aynı zamanda öteki ırkçı rejimin düşmanıdır. Bu rejimlerin temelinde “milli sermayenin” öteki sermayelerle rekabet eden çıkarları yatıyor. Ve bu da “ırkçılar” arasındaki düşmanlığın ekonomik temeli.
Dünya ölçüsünde esen “ırkçı rejimler” rüzgarına bakarak sevinen Türk ırkçıları gaflet uykusunda.
Bu rüzgar “savaşta yenilmiş, stratejik hedeflerinden yüz geri etmiş” olan Saray’ın damlarındaki kiremitleri daha şimdiden uçurmaya başladı. Sabah yazarı Mehmet Barlas’ın tasvir ettiği “dünya çapındaki kriz” karşısında herkesten çok Türkiye savunmasızdır.
Siz Trump’un, Macron’un, Merkel’in, Putin’in “sırt okşamalarına” bakmayın. Bu okşamalar hayallerini yitirmiş kumarbaz için sadece birer “amortidir.” Teselli ikramiyesi…
Ne anlamda teselli: Diyorlar ki, savaşı kaybettin, Ortadoğu’da güç merkezi olma hedefini kaybettin, AB üyeliği hedefini kaybettin, ama bak hala Saray’da iktidardasın. Ve bir de kendi ülkenin Kürd’üne de sınır ötendeki Kürd’e de hala zarar verebiliyorsun.
Daha ne istiyorsun.
Belanı mı?
Sanırım bu teselli okşamaları etkisini de gösteriyor. Dün “Ey Amerika” seslerinin yerini “Çok şükür Trump kardeşim ülkemi İran’a karşı ambargo kapsamı dışında tuttu” munis mırıltıları alıyor.
Evet; eğer ABD muaf tutmasaydı, bilin ki Saray’ın damında tek bir kiremit bile kalmazdı.
Küreseller için “savunmasız” bir iktidardan daha iyisi can sağlığıdır.