“Batı uygarlığı” diye tabir edilen ve kapitalist modernitenin doğum yeri olan Avrupa kıtası, çok uzun süren din savaşları, bu savaşların getirdiği büyük katliam, yıkım, açlık ve sefaletleri yaşamış yaşlı ve yorgun bir kıtadır. Yine sömürgeciliğin tarihsel mirasına bakıldığında insanlık tarihindeki en kıyıcı, en dehşetengiz sömürünün bu kıtadan yola çıktığını ve halklara büyük acılar yaşattığını görmek mümkündür. Yine insanlık tarihinin en acımasız, en çok yıkımına yol açan savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’nın bu kıtada yaşandığını hatırlamak gerekir. Öyle ki bu savaşta Nazizm’in gerçekleştirdiği işkence uygulamaları, insan türünün başka bir türe evirildiğine delalet sayılmıştır.
Bütün bu olumsuz gelişmelerin yanı sıra yine insanlığın bugün bir ortak değerler manzumesi olarak gördüğü, barış, eşitlik, sosyalizm, aydınlanma, Reform, Rönesans hareketlerine de öncülük etmesiyle gençlik ve dinamizm potansiyeli hala çok diri olan bir coğrafya ve siyasal iklimdir Avrupa kıtası. İnsanlığın, bir daha bu tür acılar yaşamaması için sivil merkezli çok güçlü demokratik, barışçı mekanizmalar oluşturulmuş ve bu mekanizmalar yoluyla devletler üzerinde güçlü baskılar oluşturulmuştur. Avrupa kıtası dışındaki ülkelerde kendi devletlerinden baskı gören muhalifler, aydın ve sanatçıların bu baskıdan kaçıp gelip yerleşebilmeleri için yasalar çıkarılmış, bu insanlar ülkelerindeki baskılar sona erene kadar misafir edilmiş yahut vatandaşlığa kabul edilmişlerdir.
Bütün bu insanlığın ortak evrensel değerlerini oluşturmada ortaya çıkan gelişmeler ve yapılan katkılar Avrupa kıtasındaki devletlerin eliyle değil demokratik, barışçıl kamuoyunun tazyikiyle yaşanmış gelişmelerdir. Savaş, sömürü, kıyım merkezli politikaların merkezinde ise Avrupalı devletler durmaktadırlar ki bu politika ve uygulamaları hala devam etmektedir. Sadece şekil değiştirmiş, daha inceltilmiş, daha sinsi haliyle uygulanmaktadır. Mülteci kabul etme politikalarında, var olan zenginliği paylaşma merkezli bir yaklaşımın, insanların yaşadıkları mağduriyeti esas alan bir motivasyonun değil, sömürgeci zihniyetin ihtiyaçları doğrultusunda bir yaklaşımın sahibidirler. Ucuz iş gücü olarak kullanabilecek kadar insanı kabul etmekte, yine teknik eleman olarak yahut entelektüel donanım olarak ihtiyaç duyduğu insanlara kendi ülkelerinde yaşama olanağı vermektedirler. Ve diğer yandan Avrupa kıtası dışındaki ülkelerde de her türlü insan hakkını ayaklar altına alan, yaşadıkları ülkeyi halklarına zindan eden diktatörlerle geliştirdikleri devlet çıkarına dayalı ikiyüzlü ilişkiyi de sürdürmektedirler.
Avrupa devletleri ile Türkiye devleti arasında da bu minvalde son derece ikiyüzlüce bir çıkar ilişkisi çok uzun zamandır devam etmektedir. Bunun en son örneği ise İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesi karşılığında İsveç ve Türkiye arasındaki yaşanan gizli açık anlaşmalarda, bu anlaşmaların içeriğindeki siyasi ahlaksızlıkta görmek mümkün. İsveç, özellikle 12 Eylül darbesi sonrasında çok sayıda siyasi mültecinin göç ettiği bir ülke. Sonraki yıllarda da yine Türkiye’nin Kürtlere karşı uyguladığı ekonomik kıskaç nedeniyle on binlerce Kürt İsveç’e göç etti. Bugün İsveç’te gerek ekonomik üretim anlamında gerekse de entelektüel üretim anlamında Kürtler önemli bir katkı sunmalarına, İsveç demokrasisinin gelişiminde önemli pay sahibi olmalarına rağmen NATO üyeliğine onay karşılığında kirli pazarlıklara feda edilmektedirler. Bu kirli pazarlığın en son yaşanan sonuçlarından birisi yirmi üç yıldır İsveç Radyosu’na bağlı olarak yayın yapan Kürtçe radyonun kapatılması oldu. Kapatılma nedeni ekonomik kriz olarak ileri sürülse de İsveç’in NATO üyeliği sonrasında alınan bu kararın Türkiye’yi memnun etmek için alındığı herkesin olmasa da Kürtlerin malumudur. Kürtler bilirler ki uzayın en karanlık boşluğunda bile Kürtlere ait bir kazanımı, Türkiye bütün imkanlarını seferber ederek ortadan kaldırmaya çalışacaktır. Üzücü olan şey ise Batı demokrasilerinin, kirli pazarlıklarda içine düştükleri bu acınası hale itiraz edecek demokratik kamuoyunun ve entelijansiyasının da artık neredeyse bütün etkisini ve gücünü kaybetmeye başlamış olmasıdır ki aslında bu Batı uygarlığının demokratik hüviyetini kaybetmeye başladığının ve dolaysıyla buradaki uygarlığın vahşi kapitalist karakterinden başka bir şeyin geriye kalmayacağını göstermektedir.