Birçoğumuz için hafta sonu tatili başladı. Cumartesi günleri de çalışmak durumunda olanlarımızı hesaba katarak, güzel bir pazar gününün kapıda olduğunu hatırlatıyorum. Tez zamanda evinize kavuşunuz ve sevdiğiniz koltuğa en sevdiğiniz pozisyonda oturup, dilediğiniz bir dinlenmeyi/rahatlamayı yaşayınız. Yaşadığınız mekânda gözde bir oturma yeriniz vardır. Mutlaka vardır. Rahat etmeyi istemek, rahatlık duyumu küçümsenecek bir şey değildir. Çalışmayla yorulmuş bedenleri dinlendirmeye yönelik çaba hiç eski değil dersem…
19. yüzyılda fabrika ve sanayi emeğinin ilk otuz yılında işçiler, emekçiler ayakta kalabildikleri ve hatta ellerini kollarını oynatabildikleri enerjiye sahip oldukları sürece aralıksız çalışmaya zorlanıyordu. Yüzyılın sonuna doğru böylesi bir angarya çalışmada insan verimliliğinin düştüğünü idrak eden kapitalist düzen sınır tanımaz iş birliği sayesinde hemen organize oldu. Alman ve Fransız işçilerin haftanın her günü ve günde on dört saat çalışmayla “verimsizliği” karşısında, Pazar günlerini dinlenerek geçiren İngiliz işçilerinin verimliliği bilgisini elde ettiler. Pazar günü dinlenen işçiler haftanın geri kalan günlerinde daha sıkı çalışıyorlardı, üstelik. (Yorgunluk ile verimlilik arasındaki ilişkinin ilk ve bilimsel açıklaması İtalyan Fizyolog Angelo Masso isimli bir âdem tarafından yapılmıştı).
Yorgunluk hissinin damgasını vurduğu bedensel bitkinlikten kurtulmanın yolu rahat mobilya üretimine ulaştı. 19. yüzyıla kadar arkalıksız taburede ya da alçak sandıkta oturarak dinlenme hali yerini oturma yeri yumuşak, arkalığı olan ve üstelik kolları da dinlendirecek kolluklu koltuklarda oturmaya götürdü. Buraya bir not düşmek gerekli: Arkalıklı ve kolluklu koltuk kullanımı o zamana kadar kral, kraliçe ve derebeylerinin, aristokratların tekelindeydi.
1725 yılı civarında yumuşak koltuğun sırt kısmı da önem kazandı ve kavislendi. Böylelikle bel bölgesine destek sağlanmış olacaktı. Bu tarz, birçoğumuzun bildiği ilk “berjer” koltuklardır. Ve kelime anlamı, “çoban koltuğu”dur. Adı doğayı çağrıştırır çünkü dinlenme kavramı doğada olmakla eşdeğer olarak görülmüştür yoksa o dönemde hayatında çoban koltuğuna oturup dinlenmiş bir çoban olduğunu düşünmek fazla iyi niyetli bir yaklaşım…
1830’lara gelindiğinde döşemecilikteki yenilikler rahatlık kavramının derinleşmesine yol açtı. Koltuk imalatçıları oturma yerinin ve arkalığının içine helezon yaylar koydular. Üzerlerini kalın minderle kapladılar. Minderlerin içini at kılıyla ve mekanik döşeme kumaşının dokuması esnasında ortaya çıkan kırpıkla doldurdular. Kitlesel imalat işlemleri sonraki 20 yıl içinde ilerleyince “koltuk” halkın geniş bir kesiminin ulaşabileceği bir eşya haline geldi. Yazıma kaynak olan kitaplarda bir işçinin evindeki koltuğun bir tür gurur kaynağı olduğu ve hayatın dertlerinden kaçıp sığınılacak bir yer işlevi gördüğü vurgulanıyor. Konfor ile pasif bedensel teslimiyetin arasındaki doğrusal orantı bu noktadan itibaren belirginleşmeye başlamış olmalı.
Marx’ın -ve tatbikî Engels’in de- 1840’larda birlikte “bağzı şeyler”e karşı durmaları kocaman bir sosyolojik çemberi içine alıyor. Marx bir noktada içinde koltuğun da yer aldığı yeni duruma altındaki rahat koltuğun rehavetine ve Pazar gününün gevşekliğine kapılmadan, dayatılan dünya düzenine teslim olmayın “Birleşin” dediydi.
Gülümsediğinizi görüyor gibiyim…
Tüm bunlar, düşünceyle gerçek arasındaki sağlam ve çözülmez bağı tanımlıyor. Gerçeğin merkezinden uzak olmayan, diyalektiğe yabancılaşmayan bir hafta sonu dilerim.
Yeni Yaşam’da ilk yazım. Aynı gazetede yazmaktan onur duyduğum dostlarıma selam ederim.