Tamam, yapalım. Yapıyoruz zaten. Kötü bir şey değil bu; yanlış biliyorsam düzeltin, genel olarak sol, eleştiri kavramı üzerinden kendini şekillendirir, dünyaya yönelttiği eleştiriden kendini de muaf tutmaz. Her zaman böyle mi olur, ayrı tartışma ama işin temeli böyle.
E, Kürt hareketine gelince, onlar da zaten ta en baştan kendilerini “bir eleştiri-özeleştiri hareketi” olarak tanımlamış durumda ve bunu sık sık, gururla tekrarlarlar.
O zaman, no problem! Devam edebiliriz. Okuyanlar biliyor, bu satırların yazarı da sık sık HDP ile ilgili eleştirel yaklaşımlarını kendi çapında ortaya koyuyor.
Devam edelim o zaman, tamam ama sanki artık bir şeyleri yerine oturtmakta da yarar var.
Mesele şu: Kürt hareketi, bir süre önce, aslında 90’lardan itibaren, bir paradigma değişikliği yaptı. İlgililerin affına sığınarak çok çok kabaca özetlersem, bir toprak parçasına bayrak dikip devlet ilan etmek yerine, meseleyi Türkiye ve Ortadoğu’nun tümünü kapsayan bir genişlikte ele almayı, bu arada özellikle Türkiye’nin demokratik güçleriyle bir ortak yürüyüş tutturarak bu süreçte taban demokrasisine dayanan kendi siyasal/sosyal statüsüne (demokratik özerklik) ulaşmayı önüne koydu. Dediğim gibi, çok ama çok kabaca bir özet yapıyorum; böylece Kürt hareketi, Türkiye sosyalist hareketi ile geçmişten beri daha çok tek tek siyasal yapılar bazında kurmaya çalıştığı bağları, bütün demokratik güçleri ve toplumsal kesimleri kapsayan bir seviyeye çıkarmayı düşündü. İlk birkaç denemenin verimsizliğinden sonra da, bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak HDK (ve sonra, aslında onun uzantısı olması gereken HDP) gündeme geldi.
Aynı süreçte, Türkiye solunun da hatırı sayılır bir kesimi, kitleselleşme açısından bunun iyi bir imkân olduğunu düşünüp sürece katılırken, genel toplam da en azından konuya negatif yaklaşmadı. Böylece, uzun süredir ilk kez, bir damar tuttu. Evet, yığınla sorun ve zaaf vardı ama damar tuttu ve oy oranını bir ölçü olarak alırsak eğer, 7 Haziran’da bütün görkemiyle kendini ortaya koydu. Sonrasını biliyoruz… Kan revan! Bir şeyi daha biliyoruz: Bütün çabalara rağmen, HDP gömülemedi!
Şimdi meselemiz şu: Bu projenin, bu paradigmanın bizzat kendisine karşı mıyız?
Olabilir; örneğin Kürt hareketi yarın oturur, “olmadı bu iş, biz başka bir şey deneyeceğiz” der, anlarım.
Olabilir; Türkiye sol hareketinin de öyle unsurları çıkabilir ve diyebilir ki, “biz başka bir yol bulduk, oradan muazzam sonuçlar elde edeceğiz.” Onu da anlarım. Bugün itibarıyla böyle bir yol bulan olursa, kalemim ve naçizane fiziki varlığımla hizmetlerinde olmayı da görev addederim.
Ama şimdi, şu anda soru çok net: Bu proje kötü bir proje midir? Yanlış mıdır?
Böyleyse, tamam. Eyvallah.
Ama değilse, o zaman sorun, bu projenin yürütülüş biçimindedir ve o mutlaka her gün yapılması gereken bir tartışmadır. Ama orada, “bu solcular nereden çıktı” laflarının da, Kürtlerle aynı karede olmanın sıkıntılarının da yeri yoktur. Bu bir ilişkiler projesiyse eğer, her ilişki, kişisel yaşamımızda bile çözülecek sorunlar yumağı anlamına gelir. Yani en güzeli tek olmaktır! Başka bir güçle temas ettiğin andan itibaren ise mutlaka sorunlar yaşanır, çözülür, yeniden yaşanır. İkincisi, orada, şu benim oyumla seçildi de diyemezsin; senin oy verdiğin şey, bir paradigmadır, senet tahsilatı filan yapmıyorsun; seçilenin de kendinde keramet bulmasının manası yoktur; onun aldığı oy da bir projenin başarısına verilmiştir. Kürt coğrafyasının en dindar ilçelerinden olan Cizre halkının, bütün o “haçlı ittifakı” demagojilerini elinin tersiyle itip oy verdiği yerle, İstanbul’daki emekli öğretmenin “törörö” korkutmalarına kulak asmayıp oy verdiği yer, aynı projedir. Ankara Garı’nın önünde birbirine karışan kan da, bunun mührüdür.
Bu proje doğru yürütülüyor mu? Tartışırız, tartışıyoruz. Ama bu bir şeydir; projenin kendisini tartışıyorsak, o ayrı bir şeydir. Hiçbir tartışmaya “kötü niyet” olarak yaklaşmıyorum ama yeniden söylüyorum: Bu paradigma doğru mu değil mi? Doğru değil diyenin elini tutan yok. Ama doğruysa, o zaman işimiz daha zor. Doğru olanın doğru yapılması için uğraşacağız demektir.