Tahmin edileceği üzere, Hannah Arendt’in unutulmaz eseri Kötülüğün Sıradanlığı’ndan mülhem bir başlık. Sıradanlaşmış, norm haline gelmiş gerçeklikler hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Ve o gerçeklikler o kadar sıradan olaylar olarak karşılanıyor ki “olay” kavramının dahi içerikten yoksun hale geldiğini söylemek mümkün.
Saymakla bitmeyecek halde sıradanlık, ilgisizlik ve kayıtsızlık. Hasta tutsakların kendi hallerine terkedilmesi karşısındaki duyarsızlık mi yazılmalı? On yıllardır süren tecridin olağan karşılanmasını mı dile getirmeli?
Kobani Davası adı altında süregiden intikam operasyonuna karşı sessiz kalmaya mı değinmeli? Tutsakların açlık grevlerini görmezden gelmeyi mi belirtmeli? Hemen her gün bir yerde katledilen bir kadını mı örnek olarak vermeli yoksa?
Politik ve etik yaşamın yeşerip oturmadığı ya da mevcut iken solduğu toplumlarda bu yukarıda sayılanlara ve daha nicesine olan tepkisizliğin sıradan hale gelmesi günümüzün belirgin özelliklerinden. Dünya sisteminin lokomotif ülkeleri Bretton-Woods’tan neoliberal akıntılara Şili, Arjantin ve sonrasında Türkiye gibi çevre ülkeleri ile birlikte yol alırken, daha o yıllarda Margaret Thatcher toplumun bir anlamda sadece isimden ibaret olduğunu ima ederek bu günlerin temelini atmakta olduklarını ortaya koyuyordu.
Sıradanlaşma, sıradanlığın içselleşmesi sadece yaşadığımız toplumlara ait bir durum da değil. Küresel sermayenin ulaşabildiği her alanda -ulaşamadığı alan çok az kaldı- toplumsal üretim ilişkilerinin sosyal ve beşerî çıktıları arasında bu kalabalık içinde yalnızlaşan birey de yer almakta. Tonları farklı olsa da dünyanın hali bu minvalde. Savaşlar oluyor, soykırımlar, eko-kırımlar yapılıyor, ülkeler, toplulukların yaşam alanları işgal ediliyor ancak bunlar adeta sıradan olaylarmışçasına hayat devam ediyor. Gündemi meşgul eden olaylar ise sanki bu insanlığa ve gezegene karşı işlenen suçların üstü örtülsün diye ortaya konan fiiliyat. Artan oranda bir “apati” yani kayıtsızlık/ilgisizlik hâkim oluyor yaşama. Sloven filozof Slavoj Zizek’in son kitaplarından “Freedom: A disease without cure” (Türkçeye “Özgürlük: Tedavisi olmayan bir hastalık” şeklinde çevrilebilir) apati konusuna da yer veriyor ve mevcut kayıtsızlığın özgürleşme önündeki en büyük engellerden birisi olduğu gerçeği kitabın bütünlüğü içerisinde yerini alıveriyor.
“Soyut gerçeklik” ve “soyut evrensel” Hegel’in önemli kavramlarındandır. Soyut, bütünü kapsamayan, tek yanlı olan. Kapitalist toplum kendi soyut gerçekliği üzerinden bir evrensellik kurmakta. Yaşadığımız gerçeklikler de böyle. Gerçek anlamda yaşıyoruz ancak hakikati temsil etmiyorlar. Öcalan’ın ‘kapitalist modernite’ ve “demokratik modernite” kavramları bu yüzden önemli. “Kapitalist modernite” bir gerçeklik ve tam anlamı ile bu gerçekliğin içinde yaşamaktayız. Ancak bu gerçeklik, hakikati temsil etmiyor. Hakikate dokunan yanları elbette var; sözgelimi işbölümü, teknolojik ilerlemeler, yapay zeka gibi; ancak, bunların mülkiyeti giderek daha az kişinin (ve elbette tüzel kişinin) elinde kaldıkça evrensellik iddialarının arkasında yatan hakikat de beliriveriyor: teknolojiden uzak olmayı bırakalım hala elektrikten yararlanamayan yüz milyonlarca insan var gezegenimizde. İlk kez 2015 itibarı ile bu rakam bir milyarın altına inmişti. Bir yandan baş döndürücü bir hızla ilerleyen teknoloji, öte yandan daha da az elde toplanan, biriken sermaye. Kapitalizmin gerçekliği bu… Yaldızları kazıyınca altta gitgide çürüyen levhayı bütünlüğü içerisinde görebiliyoruz.
Hegel aynı zamanda kimilerince olumsuzluğun filozofu olarak da bilinir. Gerçi bu da doğruluk içermekle birlikte, soyut bir tanımlama olarak kalıyor. Zira olumsuzlama olumluya doğru evrilen bir anı temsil eder. Kapitalist gerçekliğin olumsuzlanması bizi bu toplumun yerine daha iyi bir toplumun olabileceği praksisine (teori ve pratiğine) ulaştırır. Kapitalist moderniteyi olumsuzlamak demokratik moderniteye açılan kapının uğrağıdır. Olumsuzlama, daha olumlu bir durum için bir uğraktır. Eleştiri, olumsuzlamadır; daha olumlu bir duruma ulaşmak gibi bir araç olma gibi bir özelliği mevcuttur eleştirinin.
İşte bu olumsuzlamanın askıya alınması, sıradanlaşmanın belirgin özelliği. Sıradanlaşmanın toplumsal anlamda dönüşümün önünde engel olması bundan kaynaklanmakta. Mevcut toplumsal yapıyı ve onun fiillerini umursamayan bir yaşam, mevcudun daha iyiye dönüşmesini engellemekte. Sıradanlaşma, dönüşümü erekli olan toplumsal üretim ilişkileri ve bunu gerçekleştirecek olan dönüştürücü praksis ve arzuyu tırpanlar. Bu dönüştürücü güçleri görmezden gelebilir ya da onların dönüştürücü rolünü kabul etmek istemez. Radikal konformizm de sıradanlaşmanın versiyonlarındandır bu anlamda zira dönüştürme gibi bir ereği yoktur; mevcudun gerçekten kırılma anlarında tahakküm edenin yanında kümelenen bir yapısallığa sahiptir.
İşte bu yüzden tüm bu sıradanlaşmaya rağmen vazgeçmeyen siyasi yapılar ve onlarla dayanışma içinde olan toplumsal kesim ve bireyler aslında yaşamları ile bir nevi manifesto yazmaktalar. Yarının toplumunun bir nüvesini teşkil etmekteler. Toplumun bu yapısını hem bilen hem de tecrübe eden insanların tüm bu engelleyici sıradanlık döngüsü içerisinde bu akışkan yaşamsal düzeni değiştirmek için yaptıkları başlı başına bir “olay.” Henüz bizim yaşadığımız zaman dilimi tarih olmadı. Ancak tarih ve felsefe tarihi “olay”ları yazar. Olay, tarihsel süreçte kırılma yaratan, tarihin seyrine müdahalede bulunanları yazar ve yazmaya devam edecektir.
Sıradanlığın kötülüğü derken…
Mart ayı sonunda yerel seçimler var. Sıradanlığın bir etkisini geçen sene yapılan seçimlerin hemen sonrasında da gördük bir kez daha. İktidar talebi olan bir siyasi partinin Cumhurbaşkanı adayı, seçimlerden sonra kitlesinden sakladığı protokollerin ortaya çıkması ve elbette yaşadığı bozgundan ötürü… Hayır, görevini bırakmadı; görevi bırakmak yerine kurultayda kaybederek genel başkanlığı devretmek durumunda kaldı. Oysa yenilir-yutulur şeyler değildi ortaya çıkanlar; Avrupa yeni-dönem popülist faşizmi denilebilecek şekilde örgütlenen bir siyasi partiye sırf seçimi kazanabilmek için kilit mevki ve makamları feda etmeye hazırlanmış bir Genel Başkan vardı sahnede. Oy aldığı kesimlerde ise bunların tam tersini bekleyen insanlar vardı. Ancak sıradanlık ve sıradanlığın kötülüğü tam da burada devreye giriyor. Görev başı yapan yeni yönetimden daha açık bir siyaset beklerken -tabi bekleniyor ise- belediye başkan adaylarının kimilerinin ırkçı olduğu aşikâr bir mekanizma süregidiyor. Veli Saçılık’ın yazısı okunmaya değer daha kapsamlı bilgi için. Sıradanlığın, kayıtsızlığın kötülüğü tam da burada: hiçbir şey olmamış gibi alışkanlıklardan, başka çare olmadığı vehminden hareketle yine aynı siyasi yapıya oy istenecek, değişimin ve dönüşümün onlarla mümkün olabileceği rasyonalize edilecek. “Aklın akla aykırı ürünleri” diyebiliriz bunlara.
Adorno’nun Minima Moralia’daki “Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz” ifadesi çoğumuzun bildiği ve kullandığı bir ifade. Peki bu yanlış yaşam, mevcut toplumsal üretim ilişkilerini, bunların neden olduğu toplumsal adaletsizliği, sömürüyü, Türkiye özgülünde despotik/faşizan bir rejime karşı ilgisiz kalmayı kapsamaz mı? Mevcut sosyal ve bireysel, biyolojik ve psikolojik sorunları, ekolojik yaşamın katline karşı ilgisiz kalmayı kapsamaz mı? Ekolojik sorunu ikincil bir sorun olarak görmek yanlış yaşamın görünümlerinden biri değil midir? Ulusal sorunu, kadın sorununu sınıfsal yapılarından farklı değerlendirmek yanlış bir yaşamı göstermez mi yeterince? Rejimin tüm sorunlarına rağmen tehdit unsuru olarak soyut bir Kürtçülük ve bunun üzerinden kurulan şovenlik yanlış bir yaşamın söylemi değil midir?
Bizlerin arzusu, praksisi yeni bir yaşamdan yana ise o yeni yaşamın imkanının, mevcut toplumsal yapının olumsuzlanması ve bu olumsuzlamanın hayata geçirilmesi için mücadele etmek olduğu açıktır. Hakikat yolculuğunun gerçekliği budur. “Daha iyi bir dünya mümkün” söyleminde, “kapitalist moderniteden demokratik moderniteye geçiş” tespitinde bu doğru yaşamın özelliklerini görebiliyoruz. Mutlak bir hakikat ve onun üzerinden tanımlanan bir evrenselliğin gerçek olduğunu düşünmüyorum. Yaşam hareket, enerji; evrensel olana “dokunabilmek” doğru olan tavırdır. Bu dokunuş İran’da kadının zora başkaldırısı, ülkesi işgal altında olanın, kültürel hakları yok edilmekte olanın mahkeme salonunda bunları yok edicilerin yüzüne haykırmasıdır örneğin.
Velhasıl, soyut gerçeklik yanıltıcıdır. Kendi evrenselliğini sunar. Faşizm, inandırır. İnandırdığını da bir ritüel gibi söyletir. Söylettikçe daha çok inandırır yanlış yaşama. Bu inandırıcılığını yitirdiğinde ise savaş makinesinin varlık zemini ortadan kalkar ve buharlaşıp gider. Tam da bu anlamda her türlü baskıya, zulme rağmen bu sunulan yanıltıcı gerçekliğe inanmadığını söyleyenlerdir evrensele dokunanlar. Evrensele dokunanlarla, doğru yaşamı savunanlarla dayanışma içinde olmak da bundan dolayıdır.