Bundan tam beş yıl önce Gezi direnişiyle “sokağa inmiş” rejim kavgası, çoktan devlet katına dönmüştür; devletin kurumsal mimarisi dahilinde ve düzen içi hiziplerin liderliğinde yürütülmektedir.
Bu durumun (Gezi misali aşağıdan bir yeniden siyasallaşma söz konusu olmazsa) orta vadede iki sonucu olabilir:
Bonapartist girişim (içeride-dışarıda) hâkim sınıfların rızasını “satın alarak” ve toplumun önemli bölümünü pasifize ederek “ite kaka” başarıya ulaşabilir; yani devletin birlik ve bütünlüğünün şefin bedeninde cisimleştiği yeni rejim istikrar kazanıp süreklileşebilir.
Ya da Bonapartist girişim “siyaseten mülksüzleştirmeye” giriştiği hâkim sınıfın kimi sektörlerinin öne sürdüğü bir “normalleşme-restorasyon” girişimi karşısında geriletilebilir.
Ancak bu ikinci olasılık basitçe “Erdoğanizm” öncesine geri dönüş anlamı taşımayacaktır. Devletin yapılanışını otoriter doğrultuda dönüştüren kurumsal pratik ve düzenlemeler büyük oranda bizimle kalacaktır. Zira düzen içi fraksiyonlar arasında “güçlü devlet” konusunda bir uzlaşmazlık yoktur. Sorun, yürütmenin Erdoğan şahsında “aşırı” özerkleşmesidir. Tadil edilmek istenen husus da bundan ibarettir.
Seçimin muhtemel sonucu
Yeni rejimin süreklileşmesini sağlayacak siyasal-sosyal güç ilişkileri oturmuş değildir. Seçimlerin bu kararsız denge halinin ve düzen içi hizipler arası “yatay sınıf savaşlarının” devam edeceği bir pat durumuyla sonuçlanması muhtemeldir.
Maksat müneccimlik değil ama seçimden Bonapartist rejimin istikrar kazanması ya da tam tersine bir “normalleşme-restorasyon” sonucu çıkmayacak gibi görünüyor. “Yenişememe” anlamına gelecek bir seçim sonucu, “istikrarsızlıkta istikrarın” devamı ve muhtemelen yeni seçim ve/veya plebisitler demek olacaktır.
Unutmayalım: Temel toplumsal sınıfların atalet ve dağınıklığının yarattığı spesifik bir sosyal-sınıfsal güçler dengesinin ürünü olan Bonapartist girişimin sağlam temelleri yoktur. Bu nedenle bir türlü istikrar kazanamayan yeni rejimin toplumu sürekli olarak türbülansa sokması tabiatı icabıdır.
Sonuçta bu denge durumu ya yukarıdan, yani hâkim sınıfların Bonapartçı girişime muhalif kesimlerinin öncülüğünde bir siyasal alternatif yaratmasıyla ihlal edilebilir ya da aşağıdan, yani alt sınıfların mevcut kararsız dengeyi sarsacak kolektif bir siyasallaşması ve aktif angajmanıyla.
Yaklaşan kriz
Daha ancak ipuçlarını gördüğümüz yaklaşmakta olan iktisadi kriz, bu denklemi aşağıdan sarsacak, Bonapartist momentin yaslandığı sınıfsal güç dengelerini ihlal edecek bir yeniden siyasallaşmanın kışkırtıcısı olabilir. Yeter ki (soldan ve işçi hareketinden) belli bir fikri-pratik hazırlık olsun…
Eğer gerçekleşirse, bir sonraki Gezi misali “aşağıdan siyasallaşma”, bildiğimiz Gezi’ye değil, muhtemelen 2001’deki “esnaf eylemlerine” benzeyecektir.
Böyle bir konjonktürde sol, şimdiye kadar yaptığı üzere sınıf muhtevası olmayan bir Erdoğan karşıtlığında ısrar ederse, gelmekte olan krizin eleştirisinde tek adam rejiminin teşhiriyle yetinirse halimiz vahimdir. “Önce şu istibdadı defedelim, sınıfsal, sosyal meselelere sıra sonra gelir” yaklaşımı, sınıf içeriği olmayan normalleşme-demokratikleşme beklentileri krizle birlikte çöpe gidecektir.
Mevcut iktidar, senelerdir yaptığını, yani emeği esnekleştirip güvencesizleştirirken, alt sınıfları güçsüzleştirirken onların rızasını da alabilmeyi önümüzdeki dönemde muhtemelen öyle kolayca beceremeyecek.
AKP’nin en büyük başarısı, sahip olanlarla olmayanları aynı safta buluşturabilmesiydi. O başarıyı mümkün kılan koşullar büyük ölçüde ortadan kalkmıştır ve mevcut iktidarın “Aşil topuğu” tam da burasıdır. Oklarımızı sınıflar üstü muhayyel demokrasi cephelerinin hizmetine sunmaktansa o topuğa yöneltmek için şimdiden derlenmek, hazırlanmak gerek…
Alaturka Bonapartizmin sınıfla imtihanı yaklaşmaktadır. O imtihandan nasıl çıkılacağı, “radikal” ya da “sosyalist” sıfatlı solun ne yaptığı ya da ne yapmamakta ısrar ettiğince belirlenecektir büyük oranda. O sınavdan “çakarsak” vay halimize…