Cumartesi günü Diyarbakır’da Amed Alimleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin öncülüğünde Demokratik İslam Kongresi gerçekleştirildi. Kongreye Kürdistan’ın bütün illerinden ve Türkiye’nin batı illerinden birçok din insanı katıldı.
Konferansta özellikle üç başlıkta sunumlar yapıldı ve tartışmalar yürütüldü. Kapitalizm çağında Müslümanlık oturumunda, kapitalizmin gelişim süreci ve İslam-sermaye ilişkisi, Ortadoğu Barışı Devlet ve Din sunumunda İslam’ın rolü ve Türkiye’de devlet aklının İslam dinini farklılıkların haklarının ihlal edilmesinde araç olarak kullanması, son olarak da demokratik Kürt siyasetine karşı İslamiyet’in koz olarak kullanılması tartışmaları yürütüldü.
Her oturumda konuşmacı veya moderatör olarak divanda kadınların bulunması İslamiyet’in cinsiyet eşitliği tutumunun pratikleşmesi açısından önemliydi. Demokratik Alevi Derneği (DAD) başkanının sunum yapması indirilen değil ama uydurulan İslamiyet’teki mezhepçiliğe de iyi bir cevaptı.
Bilindiği üzere Türkiye’de milli dinin temsilcisi olan Diyanet İşleri Başkanlığı başta Kürdistan olmak üzere Türkiye’nin her yerinde Türkçe dışında başka bir dilde hutbe okutulmasına veya ibadet yapılmasına izin vermiyor. Bu da kafalarda acaba Allah Türkiye’de Kürtçe bilmiyor mu ki Kürtçe ibadet engelleniyor sorusunu getiriyordu. Demokratik İslam Konferansı’nda sunumların ve tartışmaların büyük çoğunluğunun Kürtçe yapılması da akıllardaki Allah’ın Kürtçe biliyor mu acaba kuşkusunu da ortadan kaldırıldı.
Ortadoğu Barışı Devlet ve Din oturumunda Emevi İslamiyet’i ve iktidar İslamiyeti’nin pratikleri tartışıldı. Barış dini olan İslam’ın iktidarlar eliyle nasıl bir savaş ve sömürü aygıtına dönüştürüldüğü tespiti yapıldı. Ruhban sınıfı ve saraylılar güçlerini birleştirerek sınıfsal ve kişisel iktidarları için farklı öneri ve görüşleri engelleyerek indirilen İslamiyet’e önemli darbe vurmuşlardır. Din-iktidar ilişkisini toplumu ‘din-devlet kardeşliği’ söylemiyle manipüle ettiler.
İslamiyet’te din-devlet ilişkisi dört halife döneminden sonra Emevi hanedanlığıyla başlanmışsa da İslam alimlerinin ve İslam medreselerinin özerkliği devletten maaş almamaları nedeniyle on birinci yüzyıla kadar İslam dini devlet ile olan mesafesini korumuştur.
Sekizinci yüzyıl ile on birinci yüzyılın ortası arasında yaşamış olan 3,900 İslam alimini inceleyen akademik bir makale bu alimlerin yalnızca yüzde 9’unun devletten maaş aldığını, kalanın ise başta ticaret olmak üzere çeşitli işlerde çalışarak geçimlerini sağladıklarını ortaya koymuştur.
On birinci yüzyılın ardından din-devlet ittifakının pratikte güçlenmesiyle beraber bu ittifakın teorik altyapısının da sağlamlaştırılması gerekti. Bu nedenle on birinci yüzyıl sonrasında din-devlet ittifakını savunanlar, Sasanilerin deneyimlerinden etkilenerek ‘din-devlet kardeşliği’ söylemini temellendirmeye çalışmışlardır.
Bunun somut örneklerinden Sasanilerin meşhur “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir” sözünü Hz. Muhammed’in hadisiymiş gibi topluma kabullendirdiler. Oysa bu söz Hz. Muhammed’in hadisi değil, Sasani devletinin kurucusu Erdeşir’e aittir. Farsçadan Arapçaya Müslümanlar tarafından defalarca çevrilmiş olan “Vasiyetname”de Erdeşir, oğluna: “Din ve siyasi otorite ikiz kardeştir. Din, temel siyasi otorite koruyucudur. Temeli olmayan çöker, koruyucusu olmayan mahvolur’’ şeklinde vasiyette bulunmuştur. Böylelikle İslamiyet on birinci yüzyıldan bu yana toplumdan tamamıyla koparılmış, din sınıfı temsilcileriyle saray sahipleri kendi rantlarını sürdürmek adına din yoluyla toplumdan rıza alınma, karşı çıkanları ise saray şiddetiyle terbiye etme aracı olmuştur. Oysa toplumcu olan semavi dinler devlet ile kardeş değil devleti denetleme ve fren mekanizmalarıdırlar.
Devletin, Demokratik Kürt Siyaseti’ne karşı dini koz olarak kullanması da ‘din-devlet kardeşliğinin’ pratiklerindendir. Bu konuda özellikle on dokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren Kürtler İslam dini ile manipüle edilmişlerdir. Öncelikle Mezopotamya coğrafyasının kadim halkları olan Kürtler-Ermeniler-Süryaniler arasında dini motivasyonlu çatışmalar çıkartıldı. Bu konuda başarılı olan ve Mezopotamya coğrafyasını katliamlarla temizleyen Türk-İslamcılar Cumhuriyet ile beraber ‘din kardeşliği’, ‘ümmetçilik’ söylemleriyle Kürtleri inkâr etmeye ve yok saymaya başladılar. Kürtlerin her hak taleplerinde ‘Ümmetçilik’ adına ‘Türkçülüğü’ Kürtlere dayattılar. Bu konuda da Türkiye toplumunu ve Kürtleri manipüle etmek için de Kürt hareketleri mensupları; Müslüman olmamakla, ya da başka dinin mensubu olmakla ya da inanmamakla kendilerince suçladılar ve toplumu manipüle ettiler. Ancak Türkçü-İslamcı devlet aklının bu ‘suçlamalarına’ din insanlarının ‘velev ki Müslüman değiller, haklarının ihlal edilmesi mi gerekiyor’ diye itirazda bulunmamaları İslam camiası için bir özeleştiri konusu olmalıdır. İslam camiasının devletin, dini alet olarak kullanmasında itiraz etmemesi ‘din-devlet kardeşliği’ söyleminin etkisi olduğu açıktır. Bu söylem o kadar yerleşmiş ki maalesef İslam camiası devleti denetlemek ve frenlemek yerine devletin zalimane pratiklerine fetva kılıfları bulmakla meşgul olmuştur.
Medine Sözleşmesi’nin başlangıcı ‘Ümetül Vahidun’ ile başlar. Medine Sözleşmesi’nin tarafları farklı dinler mensubu olduğuna göre İslam’ın ‘Ümmet’ kavramıyla sadece Müslümanları değil toplumsal sözleşmenin taraflarını tanımladığı açıktır. Yine Medine Sözleşmesi bir toplumsal sözleşme olduğuna göre bugün çok kimlikli ve çok inançlı toplumların bir arada yaşamasına referans olabilir. Kürt siyasal hareketinin Türkiye’de başta Kürtlerin olmak üzere farklı kimliklerin ve inançların yok sayılmalarına ve inkâr edilmelerine karşı önerdiği Demokratik Özerklik önerisi ile Medine Sözleşmesi’nin içeriği birbirlerinden çok da farklı değillerdir.
Bugün yaşananları görünce Alman Sosyalist Sosyolog Ernst Bloch’un ‘Biz dini, tarihi, edebiyatı, folkloru sağcılara bıraktık’ tespiti de bizler için bir özeleştiri konusu olsun.
Son söz olarak da yukarıda yapılan tespitlerin bilinmesi yeterli değildir. Önemli olan bu tespitlerin gereğini yapmaktır.