Sol, kelime olarak Fransa’da ortaya çıkmış bir kavram. Fransız meclisinde muhalifler (cumhuriyetçiler) sol tarafta oturduğu için onlara solcu denilmeye başlanıldıktan bu yana 200 yıldan fazla zaman geçti. Alman kuramcı Karl Marks’ın 1848’de yayınladığı Komünist Manifesto ve bundan 37 yıl sonra 1885 yılında yayınladığı ünlü eseri Das Kapital ile Bilimsel Sosyalizmin iktisadi anlamda ideolojisini de şekillendirmiş oldu. Fakat özellikle 1930’lu yıllardan itibaren Avrupa’daki sosyalist dalgayı kırabilmek için, sosyal demokrasi kavramı gibi ucube, ne olduğu belli olmayan ve tövbekâr sosyalistlerin, sosyalizm ve kapitalizmi harmanlamalarıyla ortaya attıkları tıkaç yeni kıtada hedefine vardı diyebiliriz. Bu yazının konusu ülkemizdeki tıkaççılar olan sosyal demokratlar ya da kızıl elmacı tayfa değil, yazıda sürekli vurgulanacak ‘sol’ kavramdan sosyalistleri anlamalıyız.
Sol ve Kemalizm
Daha çok Mustafa Suphi’lere dayanan Türkiye’deki sol hareketin ilk çıkış noktası TKP idi. Yeni kurulan iki ülke Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında ulak görevi gören, Ankara Hükümeti tarafından kontrol altında tutulup, maniple edilen, bu nedenle de Kürt sorununun Sovyetler Birliği’ne yanlış aktarılmasına neden olan (TKP, Kürt meselesini bir İngiliz oyunu olduğunu dile getiriyordu) kötü bir deneyimdi. Elbette SSCB, Ankara Hükümeti’nin İngilizlerle yakın ilişki kurmaması karşılığında Kürt sorununun bu şekilde ifade edilmesini pragmatist bir yaklaşımla doğru kabul ediyordu. TKP misyonu tamamlandıktan sonra Mustafa Suphi ve arkadaşları Ankara Hükümeti tarafından Karadeniz’de vahşi bir şekilde öldürüldü. Türkiye’deki ilk sosyalist deneyimin merkezle içli olması, sonraki sol gelenekte de Kemalizm ya da resmi ideoloji ile çok güçlü bağların oluşmasına neden oldu. M. Kemal’i sol bir figür olarak algılayan, emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi verdiği fikrine iman etmiş bu anlayışlar, gerçek anlamda sosyalist literatürden ya uzak düştüler ya da kavram kargaşası yaşadılar. Bu açmaz en çok Kürt sorununda yaşandı. Kuruluşundan beri en ciddi sorun olan Kürt sorunu, ülkemizdeki sosyalistler tarafından genelde resmi ideolojinin bakış açısı ile algılandı.
Kurumsal olarak birçok legal ve illegal parti ve dergi çevrelerinin, tarihsel süreç içerisinde Filistinlilerin, Vietnamlıların, Cezayirlilerin, Kübalıların yanlarında kalpleri attı. Enternasyonal ve mazlumun yanında olmanın bir gereğiydi bu elbette. Ama öte yandan, yanı başlarındaki bir halkı hep görmezlikten geldiler. Yaşanan kirli savaşın en acımasız zamanlarında bile savaşa hayır demek yerine suskunluğu tercih ettiler. Öyle zamanlar oldu ki, bütün karanlık tablonun sorumlusu olarak Kürtleri gördüler. Savaşırken, savaş Kürtlere bir şey kazandırmaz diyenler, silahların sustuğu zamanlarda bunu teslimiyete yorma kolaylığına kaçtılar. İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocukları, Arafat’ın generalleri olarak dergilerinde manşete taşıdılar, Newrozlarda lastik yakan Kürt çocuklarını, Kürt milliyetçileri çocukları kullanıyor gibi bayağı ve sığ bir değerlendirmenin ötesine geçemediler. Daha geçenlerde, Gazze’de şeriat isteyen HAMAS’ı ulusal kurtuluş savaşçısı olarak tanımlayan TKP, HDP’yi feodal bir hareket diye nitelendirdi. Kürtlerin mücadelesi, aslında Türkiye’de tırnak içinde kendilerine sol-sosyalist yakıştırması yapan birçok parti ve çevrenin, içlerinde gizledikleri ulusalcı damarlarının ortaya çıkmasında önemli bir işlevi olmuştur.
Sosyalizm ve Ulusal Mücadele
Bu değerlendirmeleri yapan legal, illegal parti ve oluşumlar, bu değerlendirmeleri sosyalist bakış açısı ile değerlendirdiklerini iddia ettiler. Oysa ilk sosyalist devrimin lideri Lenin Ulusal Sorun Üzerine Parti Programında: “Gelişmekte olan kapitalizm ulusal sorunda iki tarihsel eğilime sahiptir. Bunlardan birincisi ulusal yaşamın ve ulusal hareketlerin uyanışı, tüm ulusal baskıya karşı savaşım ve ulusal devletlerin kuruluşudur. İkincisi her biçimde uluslararası alışverişin gittikçe sıklaşması ve gelişmesi, ulusal sınırların çöküşü, sermayenin genel olarak ekonomik yaşamın, politikanın, bilimin, uluslararası birliğin yaratılışıdır. Her iki eğilim de ilerici niteliktedir ve birbiriyle yakından ilişkilidir. Birincisi feodal ilişkilere ve sömürge baskısına karşı yönelmiştir ve halkların zor yoluyla birleştirilmeye karşı savaşımını harekete geçirir ve ulusal baskıya karşı savaşım veren emekçi halk kitlelerini tarih sahnesine çeker. İkincisi ise, nesnel olarak gerekli olan uluslararası iş bölümünün gelişimine katkıda bulunur ve farklı ülkelerin emekçi halklarının düşman emperyalizme karşı uluslararası savaşımında birleşmelerini kolaylaştırır.” Lenin, ulusal sorun üzerine özetle şunu demek istiyordu: Sosyalizme giden yolda, öncelikle uluslaşma sürecini yaşayıp tamamlamak, bunun neticesinde de işçi sınıfını yaratmak, sonra da bütün ulusların işçi sınıflarını emperyalizmle savaşımda ortak mücadeleye yöneltmek gerekir. Elbette sosyalistler, ulusal sorun üzerine Lenin’e ek veya yeni bir çözüm yolu ortaya koyabilir. Ama yeni bir yol konulamamışsa; Sol, Lenin’in ulusal sorun üzerindeki saptamasından yola çıkarak yüzünü Kürtlere çevirebilirdi. Ve bence Lenin’in bu saptaması hala ulusal sorunlar üzerine geçerliliğini koruyan bir yaklaşımdır. Sosyalizmin referans kaynaklarından uzaklaşarak, Kemalist bir tarih anlayışıyla sosyalist olunamayacağı gerçeği, hem Kürt sorununda hem de Türk siyasi tarihi içindeki pratikten anlaşılmıştır. Kemalizm’in sol olmadığını ve bunun mirasçılarının da sol olamayacağını tarih bize öğretti.
Kurumsal yapılar, partiler (sol) kendi oluşturdukları köksüz bakış açılarını taraftarlarına da ezberlettirerek, 100 yıllık süreçte Türkler ve Kürtler arasında adil bir kucaklaşmanın, eşit bölüşmenin şartlarını oluşturmada çok başarısız sınav verdiler.
Bunun içindir ki, bireysel anlamda kendilerine sosyalistim diyen insanların birçoğu, bilinçaltlarında taşıdıkları ötekini reddetme paranoyasından kurtulamamışlardır. Eskiden, büyük kentlerdeki kapkaç, hırsızlık, fuhuş gibi olgulardan Kürtleri sorumlu tutan okumuş, kentli ve kendine aydın-sosyalist diyen bir topluluğun varlığı sır değildi. Suriyeli göçmenlerden sonra, ihale Suriyeli göçmenlerin üzerinde kaldı. Kürtlerin köyleri yakılırken, köyleri boşaltılırken, faili meçhuller işlenirken, toplu mezarlar ortaya çıkarılırken susanlar, bu acıyı içselleştirmeyenler, büyük devrimci Che’nin: “Gerçek insan, başkasının suratında patlayan tokadı, kendi yüzünde hissedebilen insandır” sözünü hiç görmeyenler, kendilerinden uzakta yaşanan bu acının bir gün kapılarını çalacaklarını hiç düşünmemişlerdi sanırım. Tabi ki bütün sosyalist insanları, partileri, dergileri bu değerlendirmenin içine sokmuyorum. 68 kuşağının idealist yiğit devrimcilerinin erdemli duruşunu inkar etmek mümkün mü? Kürt sorununda namuslu davranan parti ve çevrelere Kürtler her zaman elini uzatmış, onlar da bu eli tutmuşlardır. Zaten bu anlamdaki duyarlılık sosyalist olmanın bir gereğidir. Ama birçok yapı ne yazık ki, Marksizm’in en temel referanslarından habersiz, Lenin okumamış bir sosyalizm(!) ile yollarına devam ediyorlar. Özünden ayrılan bu yolculuk, bilinçaltına egemen olan ötekine nefreti güçlendirmede, bilinçaltında taşınan faşizmi yok etme yerine onu açığa çıkarmada turnusol kağıdı görmekten başka bir işe yaramıyor.
Sol ile ittifakların misyonu
Bu saptamaları, son parlamento seçiminde yaşananları ve önümüzdeki yerel seçimde yaşanacaklara bir perspektif olsun diye yazdım. Şimdi siyasete, yoldaşlığa ve güncele gelelim. 1996 yılında aşkın ve devrimin partisi sloganları eşliğinde Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) kurulmuştu. Birçok sosyalist çevre bir araya gelmiş, uzun tartışmalar sonucunda ÖDP ortaya çıkmıştı. 1999 seçimlerine girerken, medyada ÖDP rüzgârı esiyordu. HADEP’in birlikte seçim ittifakı önerisini elinin tersi ile itiyordu. Yazarlardan, sanatçılara, müzisyenlere her gün medya üzerinden “Oyum ÖDP’ye” kampanyaları yer alıyordu. ÖDP’nin aday listesi de bomba gibiydi. Aralarında Can Yücel, Mina Urgan, Fakir Baykurt, Adalet Ağaoğlu, Müjdat Gezen, Ali Nesin, Fethi Naci, Menderes Samancılar, Oya Baydar, Sevinç Eratalay, Ahmet Ümit, Ömer Laçiner, Mete Tunçay aday olan isimlerden birkaçıydı. Genel başkan Ufuk Uras, 3 milyon oy istiyorum diyordu. 3 milyon oy, %10 seçim barajını geçmesi için gereken oydu. Seçimler bittiğinde ÖDP de bitmişti. Toplamda %0,8 oy almış, %1’i bile bulamamıştı. Buna rağmen, Türk sosyalistlerinin mecliste kendisini ifade etmesi disturundan hareketle, Kürtler 2007 seçimlerinde Ufuk Uras’ı meclise taşıdı. Daha sonra bu yaklaşımını EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel için de sürdürdü. Sonraki seçimlerde yoldaşlık gereği diğer sosyalist yapılardan insanları meclise taşımaya devam etti. TİP örneğinde olduğu gibi. İlkesel ittifaklar ve yoldaşlık bunu gerektiriyordu. 14 Mayıs 2023 seçimlerine doğru giderken, TİP ayrı listelerle seçime gitmekte ısrarcı olunca, Kürtler arasında ciddi bir sorgulama başladı. Öyle ya, HDP sayesinde baraj sorununu ortadan kaldıracaklar ama istedikleri yerlerde HDP’ye karşı aday çıkaracaklardı. Bunun adı da ittifak olacaktı. Reel politik olarak Kürtlerin kazancı neydi? HDP tabanı bir aldatılmışlık hissine kapıldı. Keza Antep gibi, Kürt hareketinin sıfırdan inşaa ettiği Kürt topluluğunun mevcudiyetine rağmen, 1. sıranın başka bir partiye verilmesi de bir başka sıkıntıydı. Seçim öncesiydi, bu tarz bir ittifak şekline, partileri zarar görmesin diye çok sesli bir tepki verilmedi. Nitekim seçimlerden sonra, Parti yönetimi de özeleştiri vermek zorunda kaldı. Tam bazı şeyler soğumaya başladı derken, Dersim’de EMEP, TİP, SMF ve EÖC yerel seçimler için ittifak yaptıklarını açıkladı. Yani Kürtler sayesinde meclise giren EMEP ve TİP Dersim’de Kürtlere karşı ittifak kurmuş oluyor. Bu ittifakın adı, kimse kusura bakmasın TunçEli ittifakıdır.
Dersim’e karşı TunçEli İttifakı
Dersim, Kürtler için en az Amed kadar sembolik önemdedir. Devlet, yıllarca Kürt Hareketinin Dersim’e girmemesi için çok uğraştı. Aleviler Kürt değildir diye saçmalayan, devletin derin odakları ile içli dışlı Kamer Genç, sonrasında ise vekil olduğunda seçim sonuçları üzerine verdiği demeçte “Bu başarı, Dersim’i Kürt olarak gören anlayışa karşı bir isyandır” diyen Hüseyin Aygün için devlet tüm kolaylığı gösteriyordu. Ovacık Belediye Başkanı’yken, kayyum vali ile sıkı ilişkisi olan Maçoğlu daha sonra Dersim’e belediye başkanı yapıldı güya sosyalist ittifakının adayı olarak. Şimdi ise devletin Dersim’i Kürtsüzleştirme projesine bilerek veya bilmeyerek hizmet edecek olan bir ittifak oluşturuldu. İnsan soramadan edemiyor. Neden işçi kentleri olan Gebze, Bursa, İstanbul, Kocaeli gibi yerlerde ittifak kurup, işçi sınıfı ile mücadeleyi yükseltmiyorsunuz da, Kürtler için tarihsel önemi olan Dersim’de Kürtlere karşı ittifak kuruyorsunuz? Kemalizmin tarihsel TunçEli planına destek değil mi bu? Olmuşken, Hüseyin Aygün’ü de ittifakınızın adayı olarak gösterin ki, voltran tamamlansın.
Son olarak şunu söylemeliyiz ki, TunçEli ittifakında yer alan EMEP ve TİP ile gidilecek yolun sonuna gelinmiştir. Kemalizm’i hala sosyalist olarak gören anlayışlarla Kürtlerin alacağı yol, yük olmaya başlamıştır. Ya Emek ve Özgürlük İttifakı’nda yer alan EMEP ve TİP TunçEli ittifakından geri çekilip, özeleştiri verirler ya da herkes bundan sonra kendi kanadıyla uçar, uçmalıdır. Doğrusu da budur. Dersim’de yapılanın adı kumpastır, Kürtlere saygısızlıktır. Hem Kürtlerle bir bileşenin parçası olacaksınız, hem de Dersim’de Kürtler kazanmasın diye başka yapılarla seçim ittifakı kuracaksınız. Zafer Partisi’nin Kars ve Iğdır’da aday çıkarmayıp, DEM Parti kazanmasın diye AKP-MHP adayını desteklemekle, sizin Dersim’de DEM Parti kazanmasın diye SMF ve EÖC ile ittifak kurmanızın ilkesel olarak bir farkı yoktur. Zafer Partisi ile aynı noktaya savrulmuş olmak ibret verici olsa gerek.