Çağdaş Kaplan / Sadık Topaloğlu
Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, ülkedeki gidişat ve yaklaşan yerel seçimler öncesi muhalefetin önündeki olanaklar ve nasıl bir mücadele hattı izlenmesi gerektiği noktasında gazetemizin sorularını yanıtladı.İktidarın “akıl dışılıkları” ile birçok açık verdiğini, manivelayı bu açıklara sokmak gerektiğini belirten Hamzaoğlu, bunu da birlikte mücadeleyle yapmak gerektiğini söyledi. Hamzaoğlu, yerel seçim ve ittifaklar meselesine ilişkin ise şunları dile getirdi: “Matematik hesaplarından çok sinerjiye bakalım. 1+1=2 yaparsa biz kaybederiz. 1+1=5’e oynamamız lazım. Bu enerjiyi çıkartabilmeliyiz. Bu potansiyel var, yeter ki bunu kinetiğe dönüştürelim. Buna aklımız da var.İktidar kaybetmeli ve ezber bozulmalı. Kazanalım demiyorum sadece, kaybettirmek diyorum. Bu dönemi değiştirmenin, alt üst etmenin, yeniden halkların iktidarına oynayabilmenin yolu budur. Oyunu biz kurmalıyız, muhalefet kurmalı.”
Bir yandan 24 Haziran’ın ardından yaşanan rejim değişikliği, diğer yandan ekonomik kriz ve de savaş gündemi. Öncelikle ülkedeki gidişatı nasıl yorumluyorsunuz. Bu sistemi nasıl tarif ediyorsunuz?
Bu sistem deve kuşu olarak nitelendiriliyor. Ne kuş ne deve. Ama biliyoruz ki faşizmin basamakları. Tek adam rejiminin kendisi. Dolayısıyla ne ülke halklarının ne de -ulus devlet adına konuşalım- ulus devletin çıkarına falan değil. Yaptıklarımla ilişkili olarak nasıl sorumluluk almadan yoluma devam ederim kaygısıyla ‘peydahlanmış’ bir model. Bildiğimiz kullanılan ikna araçlarıyla da bir şekilde yol almış oldu. Benzer uygulamaları 20. yüzyılın ilk yarısında yaşamıştık zaten. Tabi ki birebir aynısını beklemek, yöntem olarak hatalı olur. Baskın erken genel seçim tanımlaması yapıldığında Türkiye kamuoyu, bu seçim gerekçesinin yakın vadede yaşanması olasılığı yüksek olan ‘ekonomik kriz’ nedeniyle olduğunu konuşuyordu. Ekonominin getireceği sorunlardan kaçmanın bir aracı olarak değerlendiriliyordu. Bakın 2017’nin sonu itibariyle yani seçim açıklamasından üç ay önce, kişi başına düşen GSMH 2013’e göre yüzde 17 gerileyerek bin 50 dolara düşmüştü. Ve insanlar mutfaklarındaki tencere, esnaflar tezgahlarındaki mal üzerinden bunu birebir yaşayıp tartışıyordu. Şimdi seçimler oldu, iktidar muradına erdi maalesef ve kamuoyu yeniden yönlendirildi. Türkiye’de insanların birebir yaşamakta olduğu mutfaklarındaki tencere, tezgahlarındaki mal ve huzur anlamında şimdi bir tartışma yok. Yani insanların o dönem tanımlamış oldukları ekonomik kriz bugün konuşulmuyor. Bunun yerini ne aldı? Yerel seçim tartışması. Herkes seçimlerde kim aday olur, hangisi iyi olur ne yapalım meselelerini tartışıyor. Tabi ki bu da önemli bir başlık, ama bir önem ve öncelik sırasına koymak gerekir meseleleri. En makro bakışımızla söyleyeyim bunu; sanki herkes halinden memnun. Kimseye haksızlık etmek istemem. Çok büyük çaba gösterenler var tabi. Ama iktidar da halinden memnun, muhalefet de “halinden memnun” ifadesi var maalesef.
Neden?
Var olan durumu aşacak, kendimizi aşacak eğilimler içinde değiliz.
Tespit ettiğiniz sorunların çözümüne geçmeden önce başlarken tek adam rejimini tanımladınız. Bu sistem hangi dönemini yaşıyor?
Bizdeki modeli henüz kuruluş döneminde. Ama neo liberalizmin ürünü olarak bakıyorsak onu da verilendirmek mümkün. Ben neo liberalizmin çözülüşünün başlangıcını yaşadığımızı düşünüyorum. Bu yıllar 1980’lerin başında ‘Washington Uyum Paketi’ üzerinden ABD’nin hegemonyasında Dünya Bankası ve IMF’nin mutfağında inşa edilen kapitalizmin yeniden düzenlenmesi süreci ve bunun çözülüşü. Kapitalizmin çözülüşü demiyorum. Yapısal bir kriz içindeyiz. 2017 Temmuz’unda görünür hale geldi. 12 trilyon nakit faizli para ile Merkez Bankası’nın girişimlerine rağmen önünü alamadılar.
Kriz derinleşiyor. IMF Başkanı bile ‘Serbest ticarete dönük yapılacak herhangi bir uygulama sadece onu yapanları değil bütün sistemi çökertir’ diye açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu durum Türkiye’yi nereye götürür?
Sadece Türkiye’yi değil. Bir veri daha paylaşayım. Sanayi devriminden itibaren kapitalist sistem motivasyon aracı olarak ‘refah artışını’ kullanmıştır. 1950 yılında 30 yaşın üzerindeki nüfusun yüzde 90’ından fazlası ailesinin refah düzeyinin üzerinde bir hayat sürüyordu. 2011 yılında yapılan aynı araştırmaya göre ise, 30 yaş üzerinin ancak yüzde 50’si ailesinin refah düzeyinin üzerinde. Neo liberalizmin çözülüşü derken bu verileri kullanarak söylemeye çalışıyorum ve doğrudan doğruya emperyalist ülkelerin kendi içindeki mücadeleleri artık diplomatik alanı aştı ve hasımlık haline geldi. Bugün Suriye coğrafyası da bunun bir başka örneği ya da Avrupa’da yaşananları böyle görmek mümkün. Türkiye de bunun bir parçası. G8 ülkelerine oynamak heyecanında olsa bile böyle bir olanağının olmadığı ortada. Diğerlerinin taşeronluğunu her ne pahasına olursa olsun yapmanın ötesine çıkabilecek bir ülke değil. Dünya genelinde neo liberal çözülüşün başlangıcı olarak ifade edebiliriz, Türkiye de bu yapısal krizden uyguladığı ekonomik model itibariyle nasibini alıyor. Ben bunun görünür hale getirilmemesi ile ilgili bir yakınma içerisindeyim.
Bu yapısal kriz siyasi ve toplumsal bir krizi de beraberinde getiriyor mu, nasıl yansıyor?
Bu krizi aslında siyasi aktörlerimiz eliyle yaşıyoruz. Bu krizi yaşayanlar işten atılanlar, iflas eden esnaf, işi bozulanlar vb. ya da yapılan devalüasyonlar nedeniyle ortaya çıkan zamlar, enflasyon… Yani nüfusun yüzde 90’ından fazlası birebir bu durumdan etkilenmiş ve ‘Sorun var’ diyor. Ama kimse çıkıp da gerçek anlamda ‘Sorunun temeli budur, sorunu çözeriz’ demiyor. Türkiye’nin bugün itibariyle 460 milyar dolar dış borcu var. Özel sektör borcu ise 274 milyar dolar. Bakın konkordatolarla bu durum ne hale geldi. Doğrudan özel sektörün başka ülkelerde yapmış olduğu işlere Türkiye’den hazine garantili kredi aldılar. A şirketin kendi kazanımlarıyla ilgili olarak Erdoğan’ın oluruyla almış olduğu krediler var. Ama şirket iş yaptığı ülkede kriz varmış gibi burada konkordato ilan ediyor ve bunun üzerine borcu burada yapılandırılıyor. Yani özel sektör borcu kamuya mal edilmeye çalışılıyor. Bununla ilgili hani kamuoyunda bir ses? Hani kamuoyunda sistematik anlamda bir çalışma? Evet, ben de biliyorum medyanın durumu ortada ama var olanları kullanalım. Bir programımız olsun ama bu inandırıcı olsun. Sistemin araçlarıyla bu sürecin üstümüze yıkılmasını engelleyemeyiz. Halkların emekçilerin üzerine yıkılmasını böyle engellemek mümkün değil. İçinde bulunduğumuz siyasi atmosfer maalesef iktidarın seçim döneminde beceremediği ama seçimin gerçek gerekçesi olan bu yaşanmışlıkların görünürlüğünü saklamasında eline bir koz verildi. Ve bunu bir beceri olarak kullanıyor. Aklımızın yetmediğini düşünmüyorum.
Ama nedense böyle bir süreç tercih edilmiyor. Nedenini bilmiyorum. Ama mutlaka bir çözüm bulunacak, bunu da konuşmak lazım. HDK ne söylüyor bunun için?
Evet, bunların öne çıkarılması, paylaşılmasının önemi hep vurgulanıyor. Ama bu makas siyasal alana geçtiğinde oranın öncelikleri daha çok rutini götürmeye dönüyor. Siyasetin bildiğimiz rutin faaliyetlerine dönüyor ve bunlara zaman kalmıyor. Tarihimizin en büyük şiddet oranlarının yaşandığı bir dönemdeyiz. Dünyada da durum böyle. Toplumları kutuplaştırmadan yönetemiyorlar. O bakımdan bu sisteme rağmen bunu çözerimden öte bu sorunların nedenlerini ortaya koymak lazım ve çözümün de bu nedenleri ortadan kaldırmak olduğunu paylaşmak gerekir. ‘Ödemiyorum, kullanmıyorum’ demek lazım. Bakın böyle bir dönemde Cumhurbaşkanı’nın birinci iş olarak ilgilendiği mesele 3. Havalimanı. Bu kadar önem verilen bir yerde 1800’lü yılların koşullarıyla çalışan işçiler var ve bunlar 2018 yılında doğrudan iş bırakıyor ve direnmeye başlıyor. O süreci örgütleyen sendikacılar tutuklandı, işçiler gözaltına alındı, tutuklandı. Ne oldu peki? Milletvekili arkadaşlarımız çok insani bir şekilde orada oldular ve destek verdiler. Ama sonra ne oldu? Sonra kaldı maalesef.
Yani sorunların tespiti var ama çözümü geliştirilmiyor. Bunu mu demek istiyorsunuz?
Bunu demek mümkün. Çözümle ilgili olarak yol yürümüyoruz. Böyle bir yorgunluk hali var. En azından ben yakın gelecekle ilgili siyasi atmosferimizi böyle tarif edebilirim. Hala gündemi iktidar belirlemeye devam ediyor. Halbuki gündem belirlemede 24 Haziran seçim sürecinde tek sözü söyleyen söyleyememişti. Buna ihtiyaç var. Bu da öz güvenle, kararlılıkla olacak birşey. Kişisel kaygılarımızın çok aza indirgenerek yapılabilecek birşey. Yapılabileceğinden de umutluyum. HDP’nin önünün ana muhalefet için açık olduğunu düşünüyorum bu dönem için. 10- 20 gün sonra ama en geç bir ay sonra böyle bir olanak kalmayacak. Her şey seçim gündemi olacak. Şu anda yaşanan sorunun çözümünün ne olduğunu ısrarla ifade etmek ve o günden üzerinden yapılacakları sayabilen, onun bileşenleriyle temas edebilen, yol yürümeye hazır olduğunu ifade edebilen bir perspektife gereksinim var. Bunun Türkiye’de bugün itibariyle gerçekleşebilir olduğunu düşünüyorum; yukarıdan değil tabandan gelen sesler itibariyle.
Sorunlar ve çözümler noktasında değerlendirmeleriniz oldu. Bunun bir de mücadele etme boyutu var. En geniş toplumsal tabanda nasıl bir ortak mücadele örgütleyeceksiniz?
Sözümüzü doğru yerden kurmamız lazım. Vatandaş yaşanmakta olan ekonomik sorunları tam da iktidarın istemiş olduğu gibi ‘dış güçlerin oyunu’ olarak algılamış durumda. Bakın Eylül 2017-2018 arasında dolar bazında devalüasyon yüzde 90 civarında. Bu devalüasyonun yüzde 50’lik bölümü rahip meselesinden önce yaşandı. Bununla ilgili çok çalışmıyoruz. Vatandaşın bir gerekçesi olmalı. ‘Bu iktidar beni aldatıyor ve zarar veriyor’ diyebilmeli. Bunun verileri var ama biz bu verileri kullanma becerisini gösteremiyoruz. Bunu tek başına herhangi bir siyasi öznenin yapmasını beklemiyorum. HDK bileşenleri var, HDP bileşenleri var, bağımsızlar var bir boyutuyla. Bu bileşenlerin dışında beraber yol yürüme potansiyeli olan yapılar var. Bütün bunlar iş üzerinden bir araya gelebilirler. Bu dönem, bir yapı kurulacak dönem değil. Birlikte mücadelenin önünü açacak her türlü faaliyet tam da bu dönemin faaliyeti olacak. Ama somut, tanımlanmış işlere ihtiyaç var. Her bir siyasi özne 2011 seçimlerinden sonra HDK sürecinde nasıl birbirlerine güvendiler de yol yürüdülerse, bu atmosfer şimdi daha güçlü olarak var. O bakımdan sandık kurulma dönemine de gidilirken bunu iyi anlamak lazım.
İtirazı olanların demokratik bir cephede birleşmesinden mi bahsediyorsunuz?
Gönlümden geçen ne derseniz; faşizmle bundan başka bir mücadele yok. Ama herhangi bir tartışma yaratıp da gerekçe olup hiçbir şey yapılmamasındansa birleşik bir mücadeleden bahsediyorum. Bu sistemin sahipleri akıl dışılıkları ile çok açık veriyorlar.İşte bu açıklara manivelayı sokup kaldırmak gerekiyor. İyi gözlerle bakmak, gücü hissederek kararlı bir şekilde yürümek gerekir. Bu dönemde cephe mücadelesine inanıyorum ama bunun bir tartışma vesilesi olmaması için birleşik mücadele diyorum. Buyurun krizle ilgili ne yapacaksak birlikte yapalım.
Seçimlere gelmek istiyorum. Birlikte mücadele perspektifi yerel seçim çalışmalarına nasıl uyarlamak gerekiyor?
Bu bağlamda ittifaklar nasıl gelişecek? Tek hedefle. Türkiye’nin her yerinde belediyeleri meclislerden yönetmeye adayız. Güçlü meclislerle. HDP’nin kayyum atanan tüm belediyelerini tekrar geri almak ama önceki dönemden daha farklı olarak ne kadar güçlü yapabiliyorsak tabana en yaygın biçimde meclislerle yapmalıyız. Ne pahasına olursa olsun iktidarın kaybetmesi için varız dememiz lazım. İstanbul’u kaybetmeli, Ankara’yı kaybetmeli. Onlar kaybetmeli. Bu ne demek? Ben Kürt illerinde çok daha belediye ve daha güçlü meclisleri, batıda ise meclisleri hedefliyorum mesajı güçlü şekilde verilmeli. Bizim birinci derdimiz bu iktidarın silinip gitmesi. Onların varlığı halka ve geleceğe rağmen bir varlık. En azından yerel yönetimlerde bu iktidarın sonlandırılması için bir olanak var. 1994 seçimlerinde Ankara’daydım. CHP ve SHP’nin ‘iki güzel’ adayı nedeniyle Melih Gökçek seçilebilmişti. Bir kere geldiler mi nasıl gitmeyeceklerini biliyorlar. Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki belediye başkanlığını başka türlü açıklayabilir misiniz? Biz belediye meclislerine adayız ama nasıl bir aday istediğimizle ilgili de söyleyeceklerimiz olacak. Ama bu bir pazarlık meselesi değil. Kamuoyunun önünde ‘Biz hırsız olmayan, vatandaşı gören, herkesi kucaklayabilen bir aday istiyoruz’ şeklinde belirli vasıfları sıralayabiliriz. Muhatabımız yönetimler değil halk olmamalı.
Hamzaoğlu olarak şunu söylüyorum: Bu ülkedeki tüm belediye meclislerine talip olalım. Adayın vasfını çok anlaşılır biçimde söyleyelim. Doğruları kendi adına çıkarsız olarak söylemek toplumda karşılığını bulacaktır. Matematik hesaplarından çok sinerjiye bakalım. 1+1=2 yaparsa biz kaybederiz. 1+1=5’e oynamamız lazım. Bu enerjiyi çıkartabilmeliyiz. Bu potansiyel var yeter ki bunu kinetiğe dönüştürelim. Buna aklımız da var. İktidar kaybetmeli ve ezber bozulmalı. Kazanalım demiyorum sadece, kaybettirmek diyorum. Bu dönemi değiştirmenin, alt üst etmenin, yeniden halkların iktidarına oynayabilmenin yolu budur. Önce iktidar kaybedecek. Oyunu biz kurmalıyız, muhalefet kurmalı.