Rosa Luxemburg, “Sizin düzeniniz kumdan zemin üzerine kurulu. Devrim daha yarın “gümbürtüyle ayağa kalkacak yeniden” ve yüreklerinize korku salan borazanlarla ilan edecek: Vardım, varım, var olacağım!” diye haykırmıştı geleceğe miras bıraktığı basılı son sözlerinde… Bugün onlarca yıl sonra bile bu sözler elden ele, dilden dile adeta mücadelenin her alanında bayraklaşarak sloganlaştı.
Vardık, varız, var olacağız!
Özellikle kadınların özgürlük mücadelesinde öncü bir kadın yoldaştan miras alınan bu sözler, kadınların varoluş şiarına, karanlığa fırlatılan güçlü bir haykırışa dönüştü. Ve Rosa’nın 15 Ocak 1919’da acımasız bir senaryoyla katledilişinin yüzüncü yılı devrilirken, tarihsel bir öncü kişilik olarak Rosa’yı ve eylemini anmaya, onu özgürlük mücadelemize aş etmeye devam ediyoruz.
“Tuğla duvarlara” karşı
Yaşadığı döneme damga vurmuş, o dönemin verili saiklerini alabildiğine sarsmış ve zorlamış bir kadın Rosa. Bir devrimci, bir komünist, Polonya asıllı bir Yahudi ve ayağı aksak engelli bir kadın. Ne babasının ne de kağıt üzerinde kocasının soyadı ile anılmış, hiçbir erkeğin ön ya da arka adıyla değil, kendi ismiyle tarihe kök salmış bir kadın Rosa.
Erkeklerin hakimiyetinin tartışmasız kabul gördüğü yaşamın tüm alanları gibi politikanın ve hatta devrimci mücadelenin de erkeklere özgü bir alan misali erkek görünürlüğüyle sınırlarının çizildiği o zorlu ve çetrefilli mecraya adım adım ayak basan ve mevcut olanı, kabul gören tüm yargıları kendi eylemiyle yıkmayı başaran bir kadın.
Öyle ya, kadın kurtuluş mücadelesinin ilmek ilmek ördüğü, adım adım kazandığı haklarla var oluşunu kuvvetlendirdiği, kadın görünürlüğünü artırdığı, dünyanın dört bir yanında ardı ardına patlayıveren kitlesel kadın ayaklanmalarının yaşandığı şimdilerde bile siyasal alanda kadın olarak var olmak hâlâ alabildiğine zor.
Kadınların varlığının gölgelendiği, taleplerinin küçümsendiği, sol, sosyalist demokrat parti ve kurumlarda bile kadınların vitrinleştirildiği bir düzeni yaşıyoruz hâlâ, varın yüz yıl öncesinin koşullarında bir kadın devrimci olarak yer almanın zorluklarını siz düşünün.
İşte Rosa, tam da o zora kafa tuttu, arı kovanına çomak sokarcasına alışılagelenin rahatını kaçırdı, erkeklerin dünyasının “tuğla duvarları” arasında kişiliğini sürekli inşa ederek, her defasında sınırlarını zorlayıp aşarak düşüncesi ve eylemi ile var oldu.
Öğrencilik yıllarından itibaren amansız bir irade ile atıldığı mücadelesinde kadın kimliğiyle devrimci mücadelenin en ön saflarında yer almış ve sosyalizm tarihinin en önde gelen isimlerinden biri olmuştu.
Rosa; zekası, canlılığı, coşkusu ve üretkenliğiyle entelektüel, yazar, güçlü bir kalem ustası ve teorisyen, kitleler üzerindeki etkili konuşmaları ve özgün üslubu ile sarsıcı bir hatip ve polemikçi, örgütçü bir militandı. Özgün ve farklı düşünceleriyle çoğu zaman tek başına kalmayı göze alarak, hesap yapmadan, korkmadan, çekinmeden düşüncelerini ifade eden gözü kara bir eleştiri üstadı, önderleştikçe zaman zaman yoldaşlarının bile özel düşmanlığını kazanmış bir devrimci önderdi.
İşçi sınıfı hareketine sızan reformcu, parlamentarist çizgilerle arasına kalın bir mesafe çizen, bununla da yetinmeyip Bernstein ve Kautsky örneklerinde olduğu gibi partiyi reformcu çizgiye çekmeye çalışan parti içi tartışmaların göbeğinde bulunan, kıyasıya mücadele etmeyi düstur edinmiş bir yaşamı yeğledi.
Bernsteingillerin, Alman işçi sınıfının hukuksal, sendikal uyarlamalar ve uygulamalarla devletle uzlaşma önerilerine karşı Rosa asla kuru ajitasyonlarla değil, önerilen savların teoriyle çürütülmesini sağlayacak makaleler, broşürler yazarak, kürsüden geri durmayarak sözüyle, eylemiyle cevap üretiyordu.
Parti içerisindeki çalkantılı eşikte Rosa’nın kaleme aldığı “Toplumsal reform ya da devrim” broşürü Rosa’yı Rosa yapan önemli dönemeçlerden biri oldu.
Tarihin turnusol kağıdı işlevini gören, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın gerici rüzgarları esmeye, savaşın karanlığı tüm coğrafyaların üzerine karabasan misali çöreklenmeye başladığında, İkinci Enternasyonel üyesi çoğu sosyal demokrat parti kendi burjuvalarına soldan destek politikasını güdümlemeye, yurtseverlik savunması adı altında savaş çığırtkanlığına soyunmaya başlamış, Rosa ise bu savaşın emperyalistlerin yağma savaşı olduğunu hatırlatarak işçi sınıfının enternasyonalist bayrağını inatla yükseltmeye çabalamış, savaşa karşı dövüşmekten geri durmamıştı.
Döneminin en güçlü sosyal demokrat partisi olan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) kurucu üye olan Rosa, partisini uzun süre devrimci bir hatta tutmaya çalıştı, ancak ısrarlı mücadelesinin sonuç vermemesiyle ve olağanüstü dönemeçlerde SPD’nin aldığı uzlaşmacı reformcu tutumlarla ve hatta savaş yıllarındaki burjuvazinin çıkarlarını soldan destekleme politikalarının mükafatı olarak SPD’nin hükümete alınması akabinde Rosalar (Karl Liebknecht, Clara Zetkin vs.) önce parti içerisinde Spartaküs adıyla bir muhalefet grubu oluşturmuş, sonrasında ise 1918’de patlak veren Alman Devrimi sürecinde Alman Komünist Partisi’ni kurmuşlardı.
Teorik alanda bir kadın
Sürgün ve cezaevi koşullarıyla defalarca sınanmış olan Rosa, asla sızlanmıyor, işçi sınıfı ve örgütlü mücadeleden bir an bile geri durmuyordu.
Teorik alanda da gençlik yıllarından itibaren yazma ve üretme eylemine atılan Rosa, 1893’te yayınlanan İşçi Davası dergisinin yazı kurulunda yer alıyor, 1897’de Polonya’nın Endüstriyel Gelişimi tezi ardından 1900’lerden itibaren SPD’de aynı zamanda Parti Okulu eğitmenliği yapmaya başlıyor, 1918’de cezaevinden çıkar çıkmaz Spartaküs Birliği’nin yayın organı Rote Fahne (Kızıl Bayrak) gazetesinin yazı işlerinde çalışıyor; doğa bilimleri, felsefe ve matematik üzerine de özel olarak tutkuyla yoğunlaşıyordu.
Tarih ve kuram araştırmalarında derinleştirdiği çalışmalarında emperyalizm ve ekonomi üzerine makaleler, broşür ve kitapları birbirini izliyor. “Sermaye birikimi: Emperyalizmin ekonomik açıklamasına katkı (1913)” Rosa’nın en önemli kuramsal yapıtı olarak bugün karşımızda duruyor.
O dönemlerde Kautskyler, Franz Mehringler, Bebel’ler dışında pek kimsenin teori alanında keskin ve polemikçi makaleler, kitaplar yazmaya cüret etmesi ve kendini bir teorisyen olarak kabul ettirmesi söz konusu değildi, hele ki bir kadının.
Ancak Rosa kendi eylemiyle potansiyelini ve yeteneklerini sürekli zorlayarak ve her defasında daha da bağımsızlaşarak günlük yaşamındaki yoğun emek ve disiplin temposuyla o katılaşmış “tuğla duvarları” zorladı. Ataerkinin kurumlarını tek tek eşeledi ve oradan bir kapı araladı. Rosa’nın ittire ittire araladığı o kapıdan, şimdilerde dünyanın dört bir yanında milyonlarca kadın özgürlüğe adımlıyor…
Özgür bir kadın modeli yaratmak
Çokça tartışılır, Rosa Luxemburg gibi öncü devrimci bir kadın, neden ola ki, kadın sorunu ve kadın özgürlük mücadelesine özel olarak yoğunlaşmamıştır?
Hemen yanı başında kadın kurtuluş mücadelesinin boy vermesinin temel isimlerinden Clara Zetkin gibi bir kadın yoldaşı varken ve hatta Clara ile salt siyasal değil, müthiş bir kadın dostluğunun bağlarını kurmuşken Rosa niçin kadın özgürleşmesini ana gündemi haline getirmemiştir?(!)
Peki ya öyle mi gerçekten?
Evet, Rosa ilk başlarda kadın sorunuyla pek de ilgilenmedi, hatta zaman zaman bu gündemden kaçındığı anlar da oldu.
Çok sonraları kadınların gündemi ve özellikle işçi kadınlar üzerine makaleler yazdı, tartıştı, hatta kendisini eleştirdiği anlar da oldu.
Ancak Rosa; cezaevinde, sürgünde, parti faaliyetinde, evde, “özel” yaşamında, aşklarında, duruşuyla, davranışıyla, eylemiyle, mücadelesiyle, erkeklerin dünyasını aşındıra aşındıra kadın kimliğiyle siyasal alanın içerisinde var oldu. Hem devrimci mücadelenin eylemselliğine hem de teorik alana bir kadın olarak damgasını vurdu. Dolayısıyla kadınların özgürleşmesinde önemli bir model oluşturdu.
Salt siyasal alanda değil, gündelik hayatında, yoldaşlık, dostluk ilişkilerinde ve “özel” yaşamında da Rosa; verili kadınlık rollerini, erkeklerin gölgesinde edilgen bir yaşamı reddederek klasik kadın kimliğinden kopuşmayı düstur edinip kadınlık-erkeklik rollerini parçalamış ve özgür bir kadın modelini yaratmaya çabalamıştı. Bunun aksini bugün kimse iddia edemez herhalde?
Aşkları ve tutkuları da mücadeleye dair
Mücadelesindeki coşkusu ve tutkusu “özel” yaşamında, ilişkilerinde de geçerliydi Rosa’nın. Aynı duygu yoğunluğu ve tutkularıyla aşklar yaşıyor, öfkesini, neşesini arzularını asla gizlemiyordu. Bir kadın devrimci olarak duygularıyla, arzularıyla, aşkla mücadele edilebileceğini de pekala gösterdi.
Leo Jochiges ile dillere destan fırtınalı aşklarını herkes bir biçimde duymuştur değil mi? Sevgiliye Mektuplar kitabında derlenen Rosa’nın Leo’ya mektuplarında kelimelerin satır aralarında dolaşırken Rosa’nın o ele avuca sığmaz meşkini, özlemini, hiddetini, sancılarını, o mektuplara değip dokunan herkes bir biçimde duyumsamıştır. Yahut kendisinden yaşça çok küçük olan, Clara Zetkin’in en küçük oğlu ile yaşadığı herkesin bildiği bir sırra dönüşen yarı gizli ilişkiyi… Ya da Rosa’nın kaçamaklarını…
İnsana dair ne varsa o duyguyu içinde yeşertiyordu Rosa. Kimi zaman öfkesine yenik düşüyor, kırılıyor, kırıyor, kırılganlaşıyor, kimi zaman dörtnala duygularının peşinde koşup kanatlanıyordu. Evet hepsi Rosa’ydı, çelişkileriyle, neşesiyle, inadıyla hepsi O’na dairdi. O duyguları kimilerinin dediği gibi devrim mücadelesine halel(!) getirmiyordu…
Evet, Rosa yaşamının her alanında kabuğu çatlatmayı seçti. Ve çatlattı da. Tepesindeki o “cam tavanı” kırdı. Ve bugün katledilişinin yüzüncü yılında yeni bir çağa doğru adımlarken kadınlara işaret fişeği çakmaya devam ediyor, edecek.