11 Ocak 2016 tarihinde yani 8 yıl önce -benim de içinde olduğum- 1128 akademisyen “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlığında bir bildiri yayımladı. Bildirinin yayımlanmasının hemen ardından, bildiride imzası olanlar, devletin en tepesindekilerden, çete elebaşlarına kadar birçok ismin hakaretine, hedef göstermesine, “kanlarında duş alma” fantezilerini de içeren tehditlerine maruz bırakıldı. Bu hakaret ve tehditler, imzacılara geri adım attırmadığı gibi imza sayısı 2212’ye çıktı.
Devlet katında büyük infiale neden olan bildirinin yayımlanma gerekçesini kısaca anımsayalım: 7 Haziran 2015 seçimlerinde Kürt ve Türk halklarının eşitliğini savunan HDP’nin barajı aşıp, hükümetin kurulması için kilit parti haline gelmesiyle çözüm masası dağıtılmış, şiddet ortamı yeniden körüklenmişti. Onlarca canın yitirildiği Suruç ve 10 Ekim katliamlarının yanı sıra Diyarbakır başta olmak üzere birçok il ve ilçede sokağa çıkma yasakları ilan edilmiş, sivillerin ölüm haberleri gelmeye başlamıştı. Ulusal basının bölgede yaşananlara dair verdiği haberlerde “insanlığın bittiği yer dedirten” durumlara tanık olunuyordu. Evinin önünde öldürülen Cemile’nin cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalan annenin; yine evinin kapısında kurşunlanarak yaralanan Taybet Ana’ya ulaşamadığı için onun ölümünü izleyen, cesedini günlerce sokaktan alamayan evlatların haberleri yayımlanıyordu. (Bu bildirinin yayınlanmasından sonra uluslararası ve ulusal insan hakları örgütlerinin bu döneme ilişkin yayımladığı raporlarda, Ağustos 2015’den itibaren ilan edilen süresiz sokağa çıkma yasakları nedeniyle 2 milyona yakın yurttaşın gıdaya, suya, geçim kaynaklarına, acil sağlık hizmetlerine, eğitime, adalete erişim gibi en temel insani hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıldığı; 355 bin’i aşkın yurttaşın bu dönemde sürdürülen operasyonlar sırasında evlerini terk ederek, göç etmek zorunda kaldığı; -resmi olarak belirlenebilen- 79’u çocuk, 71’i kadın, 30’u ise altmış yaşın üzerinde olmak üzere 323 sivilin yaşamını kaybettiği ortaya konmuştur.)
15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle ilan edilen OHAL’e dayanılarak bu bildiriye imza atan 406 akademisyen KHK’larla, 89 akademisyen iş sözleşmesinin sona erdirilmesi vb yöntemlerle işten çıkarıldı. 72 akademisyen istifaya, 27 akademisyen ise emekliliğe zorlandı; sonuç olarak Türkiye üniversitelerinden 594 akademisyen tasfiye edildi. Ayrıca 70 akademisyen gözaltına alındı, 5 akademisyen tutuklandı. 822 akademisyene “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla dava açıldı, 204 akademisyene bu davalarda 15 ile 36 ay arasında değişen sürelerde hapis cezası verildi. İhraç edilenler, yurt dışına çıkışları ve herhangi bir işte çalışmaları engellenerek sivil ölüme mahkum edildi.
AYM, 26 Temmuz 2019’da verdiği kararla “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” başlıklı bildirinin ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna ve suç teşkil etmediğine hükmettti. Bu kararın ardından yargılanan akademisyenler beraat ettirildi. Ancak, bu karar doğrultusunda ihraç edilen akademisyenlerin derhal görevlerine iade edilmesi gerekirken OHAL Komisyonu Barış Akademisyenleri’nin başvurularını reddetti. Böylece AYM kararına rağmen cezalandırma süreci devam etti. İdare mahkemelerine açılan davalardan kimilerine işe iade kararı verilirken, çoğunluğuna ret kararı verildi. Bununla da yetinilmedi; işe iade edilen akademisyenlerden bazıları üniversitelerinin açtığı karşı davalarda yürütmeyi durdurma kararı verildiği için işlerine döndüğü halde, yeniden ihraç edilmiş oldu.
Aradan geçen 8 yılın ardından Barış Akademisyenleri’nin davalarında hukuk garabeti devam ediyor: Yüzlerce akademisyen üniversiteden halen uzaklaştırılmış durumda; üniversiteye dönmüş olanlarsa üst mahkemelerden gelecek bir “yürütmeyi durma kararı” endişesini taşıyor. Yıllar sonra dönülen üniversitelerde yaşanan sıkıntılara, “tasfiye sonrasında oluşan yapı içinde akademik faaliyetleri yürütebilme ortamının önemli ölçüde ortadan kalkmış olmasını ve bunun neden olduğu yabancılaşmayı” da eklemek gerekir elbette.
Akademide tasfiye, Türkiye’de her darbe döneminin olmazsa olmazıdır. “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisi gerekçe gösterilerek yapılanlar ise Cumhuriyet Dönemi’nde akademide yapılan tasfiyelerin en kapsamlısıdır. İhraçlar, yargılamalar ile sadece Barış Akademisyenleri’nin cezalandırması değil, tüm akademisyenlerin tehdit edilerek, üniversitenin baskı altına alınması amaçlanmış; bu amaca da büyük ölçüde ulaşılmıştır. YÖK düzeninde zaten zayıflayan akademik özgürlük ve özerklik tamamen ortadan kalkmış; üniversiteler, evrensel bilgi üretme ve aktarma işlevinden hızla uzaklaşarak, siyasi iktidarın arka bahçesi haline getirilmiştir.
Yayımlanmış olmasının bedeli son derece ağır olan “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisi, en temel insan hakkı olan “yaşam hakkı”nı ve “barış içinde yaşama hakkı”nı savunan; devlet yetkisini kullananların hukuka, insan haklarına riayet etmesini talep eden bir metindir. O dönemde yaşananlar karşısında bir metne imza atmanın anlamı, -imza gibi son derece pasif bir eylemle de olsa- “kötülüğün sıradanlaşması”na karşı çıkmak ve işlenen suçlara ortak olunmayacağını ilan etmektir. Bizler de imzaladığımız bu metinle, hakikatleri ortaya çıkarmakla mükellef birer akademisyen -ve elbette yurttaş- olmanın hukuki, vicdani ve ahlaki sorumluluğunu yerine getirdik ve o suça ortak olmadık!