Başta Ortadoğu olmak üzere küresel düzeyde yaşanan sosyal, ekonomik ve politik krizler ile birlikte ortaya çıkan altüst oluşlar ve yeni bir uluslararası nizamın kurulmakta olduğu gerçeği, özgürleşme temelinde bir kolektif varoluş mücadelesi yürüten Kürtler açısından da son derece büyük bir ilgi ile takip ediliyor. Kürtlerin uzun zamandan beri süren mücadeleleri ve gelinen noktada uluslararası arenada ulaştıkları politik muhataplık düzeyi, özellikle Türkiye merkezli Kürt siyasal hareketinin etrafında gelişen toplumsal mücadelenin bir sonucu olarak gelişti.
Fakat son dönemlerde odağına Kürt siyasal hareketini alan ve ekseriyetle onu eleştiren bazı yazılar yayınlanmaya başlandı. Bunlardan özellikle Gazete Duvar’da yayınlanan üç tanesini saymak gerekir.
Fırat Aydınkaya imzalı ilk yazı Kürt hareketini yerel yönetimler düzeyinde edindiği temsil ve iktidar pratikleri üzerinden mahkûm ediyor ve hareketin bireysel düzeyde özgürleşmeyi sağlayamadığını ve kendini iktidar ilişkilerinden kurtaramadığını iddia ediyor. Mücahit Bilici imzalı ikinci yazı, Kürtlere “musallat olan evrenselci kurtuluş ideolojileri” olarak gördüğü sosyalizm ve İslamcılık çizgilerinin “Kürtleri görünmez, Kürtlüğü ise lüzumsuz hale getirdiğini” belirtiyor. Kürt hareketi açısından, sol merkezli evrenselci ideolojik yörüngede temellenen siyaset yapma biçiminin hareketin Kürt ulusal şuurunu arka plana itmesine neden olduğuna; gerçekleşmesi çok mümkün görünmeyen “ütopik” fikirler içerisinde mücadele yürütürken verili reel-politik ile bağının koptuğunu iddia ediyor. Sharo Garib tarafından yazılan üçüncü yazı ise Kürt legal siyasetinin ana arteri durumundaki HDP’yi ve özellikle Türkiye sosyalist hareketleri ile ortaklığa dayanan seçim stratejisini eleştirinin merkezine alıyor ve hatta sol-sosyalist bileşenlerin parlamentoda temsilinin önünü açan bileşen hukukunu “Kürt siyasetinde sol kayyımlar” gibi ifadelerle değerlendiriyor.
Bu eleştirilerden üçüne de ilerleyen haftalarda tek tek yanıtlar vermeye çalışacağım fakat burada her üç yazıyı da ilgilendiren ama daha genel bir bağlama konuşan bir iki şey söylemek istiyorum. Her üç eleştiriyi dile getirenlerin de bildiğinden şüphe duyamayacağımız bir şey varsa o da her eleştirinin dile geldiği, kamusal alana taştığı bağlamın görmezden gelinemeyecek derecede önemli ve aynı zamanda politik bir tercihe dayanmış olduğu gerçeğidir. Bu gerçek kendini özellikle 2015’den beri Türkiye’de yaşananlar temelinde oluşan fakat duygulanımsal boyutunun ağırlığı nedeniyle de bir politik eleştiriye tercüme edilemeyen bir hoşnutsuzluk haline yazarlar tarafından “el konulması” yoluyla ortaya koymaktadır. Fakat bu el konulan hoşnutsuzluk yazarlar tarafından yapıcı bir diyaloga çağırmak yerine maalesef yargı koyucu bir keyfilikle işletilmektedir.
Fransız filozof Jacques Rancière, ‘Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?’ başlıklı söyleşi kitabında solun kavgaların ve umutların yarım asırlık yenilgisi sonucu ortaya çıkan “yenilgi duygusu” ile ilgili haleti ruhiyesini anlatırken şöyle diyor: “Tahakkümün çıplak gerçekliği önündeki tüm yanılsamaları temizledikleri için bütün bu yenilgilerin harika şeyler olduğunu söylemek gibi çocuksu bir konum benimsemedikçe, şuradan hareket etmek gerekir: Bugün en başta gelen sorun daha ileri gitmeyi denemek değil, hakim hareketin akıntısına karşı kulaç atmaktır.”
Dünyanın dört köşesinde bu sözlerin anlam bulduğu çokça örnek olduğu gibi, yaşadığımız coğrafyada da bunu bütün çıplaklığı ile deneyimliyoruz. Küresel düzeyde egemen bir rejim haline gelen vahşi neo-liberal talancılık ile yerel düzeylerde kendini bu küresel rejim ile bağlantılı bir şekilde güçlendiren otoriter milliyetçiliklerin kol kola yürüdüğü ve “tahakkümün çıplak gerçekliği” olarak cisimleştikleri bugünlerde ileri gitmeyi denemekten ziyade, hâkim akıntıya karşı kulaç atmanın kendisi direnmenin belki de en temel mevzisi olarak görülmeli. Yenilgi duygusunu atıl bir karamsarlık olarak değil tam aksine hakim hareketin akıntısına karşı kulaç atarak, onu devrimci bir melankoliye tercüme ederek yaşayanlar ise bu mevzilerin ön saflarında mücadeleyi sürdürenler. Enzo Traverso’nun dediği gibi “devrimci melankoli, kurbanların hafızasını kutsayarak, onların angajmanlarını dışlayan ya da görmezden gelen egemen hümaniter diskurdan farklı olarak yenilenlere odaklar bakışını. Geçmişte kaybedilmiş mücadeleler ile ilgili trajedileri, kurtuluş vaadini de içeren bir yük ve borç olarak görür.”