Birleşmiş Milletler, ekolojik mülteciliği küresel ısınma, çölleşme, kıtlık, yoksulluk, sel, deprem gibi nedenlerle yaşam alanlarını terk etmek zorunda kalanlar olarak tanımlar. İklim, iklim değişikliği, felaket ve çevresel mülteci gibi alt tanımlar da yapar.
Kapitalizmin şefkatli-yeşil yüzü olan Birleşmiş Milletler ve onun aprantisi olan kurumlar bu konuya da el atmış ve bize, biz zaten koruyoruz, çalışıyoruz diyen bir yaklaşımla bir mücadele alanını işgal etmiştir. Bu kurumların tüm tahribatlara yaklaşımı gibi bu konuda da yüzeysel ve sonuç üzerinden yapılır. Oluşabilecek mücadele ağı, dayanışma ve itirazların oluşmasını önlemek en önemli görevidir.
Ekolojik mülteciliğin gerçekte nedeni; ikiyüzyılda hortlayan kapitalizmin üç sacayağıdır; aşırı kâr, ulus devlet ve endüstriyalizm. Bunu da savaşlar yoluyla kimi yerde yapmakta. Yöreye ve sürece uygun politikalarla kendini var etmektedir. Savaşlar en önemli argümanıdır. Bizler ise mübadele, techir gibi kavramlar üzerinden tanışmışızdır bu göçertme politikalarına.
Ulus devletlerin inşasının son adımlarının atıldığı bu süreçte; Savaşlar, barajlar, tarım alanlarının istila ve işgali, JES, RES, NES, TES, maden sektörünün tehdidi ile bu politikalar uygulanmaktadır. Sistem saldırılarına hep uygun bir kılıf bulmuştur; Enerji ihtiyacı en son söylem olsa da; siyasal, sosyal ve ekonomi üzerinden yapılmıştır ve yapmaya devam etmektedir. Yeni nesil Mübadele-Techir politikası bugün Muğla’da, Aydın’da, Edirne’de, Dersim’de yapılan sermaye saldırıları ve doğa tahribatları farklı isimlerle olsa da nedeni kapitalizmin üç temel ayağıdır.
İki yüzyıl önce başlatılan mübadele-sürgünle Kürtler, yüzyılın başında techir ile gayrimüslimler, kırk yıl önce barajlar ile Doğu, yirmi yıl önce Karadeniz HES’lerle, bugün Trakya, Ege ve Akdeniz Techir-Mübadele-Ekolojik mültecilik ile karşı karşıya kaldı. Farklılıkları bağrında barındıran ve bir yaşam alanı olan bu bölgeler ulus devlet kriterlerinden teklik’e uymamaktadır. Bu da inşa için problem olmaktadır. Burada insan ya da insan dışı canlıların; ırkı, dili, dininin bir önemi yoktur, asıl olan tekliktir ve yitirilen, yok edilen yaşamlar sadece sayısal veriler olarak tarihe geçecektir.
Ulus devletin güçlenmesi ve inşasının bitmesi için toplumsal ve tarihsel hafızaya sahip alanlarda uygulanmasına elzem bakan anlayış bugün doğa odaklı tahribatlarla bunu yapmaktadır. Her ne kadar isim farklı olsa da mantık aynıdır. Toplumsallıktan uzak, sisteme biat eden bir nüfusla demografik yapı değiştirerek başarı sağlanmaya çalışılacaktır. Elbette sistem saldırılarını parçacıklı alıp sorunları değerlendirmeye kalkarsak, sermayenin şefkatli-yeşil yüzü olan kurumlardan farklı olamayız ve sonuç üzerinden değerlendirmek boşa düşürecektir.
İnsan ve insan dışı canlıların hangi isimle olursa olsun yaşam alanlarından zorla göçertilmesi kabul edilemez. Bireyi, toplumu ve doğayı metalaştıran bu anlayış bitmeye mahkumdur. Bu bilinçle yaşam alanlarını korumak ve sistemin saldırılarının çevrecilikle açıklanamayacağını bilmek gerekir. Ulus devlet, aşırı kâr ve endüstriyalizmle inşa olan kapitalizm sorunun asıl nedenidir. Yapılan yüzeysel basit ve çeldirici açıklamamlar yetersizdir.
Thomas Hobbes’un Leviathanı bugün hala yaşamaktadır, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış bir tutum olmamakla birlikte yükselen bir eğriyle güncelliğini korumakta ve gündelik yaşamımızda nefesini ensemizde hissetmekteyiz.