Milli Savunma Bakanlığı 20 Aralık’ta yayınladığı bildiride “Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 51’inci maddesinden doğan meşru müdafaa haklarımız doğrultusunda, Irak’ın kuzeyindeki Gara, Hakurk ve Kandil bölgelerinde” yönelik hava harekatlarında […] azami oranda yerli ve milli mühimmat kullanılarak çok sayıda terörist[in] etkisiz hale getiril[diğini]” müjdeliyordu.
MSB ayrıca “mücadeleye […] tek bir terörist kalmayıncaya kadar azim ve kararlılıkla devam edece[ğine]” güvence veriyor ve bir duyarlık numunesi olarak “harekatlar sırasında, masum sivillerin, dost unsurların, tarihi ve kültürel varlıklar ile çevrenin zarar görmemesi için her türlü tedbir[in] alın[dığını]” da ayrıca vurguluyordu.
Bir “harekât özeti” olmanın çok ötesinde bir tarihsel kayıt niteliğindeki bu açıklama esasen, iki paragrafta rejimin takıntı ve komplekslerini, hop oturup hop kalkan böbürlenmelerine karşın kendi meşruiyetinden duyduğu kuşkuyu ve yol açtığı yıkımın vahametini örtbas etmek için düştüğü telaşı ele veriyordu.
Nitekim bu meydan okuyan açıklama, üzerinden üç gün geçmeden, kem küm eden mazeret beyanlarına dönüştü. Neden olduğu kayıplarla, bu harekatın da tıpkı 13 Şubat 2021’de Gara’ya yönelik “Pençe-Kartal 2 Operasyonu”nda olduğu gibi siyasal ve askerî açılardan imkânsız amaçlara yönelik bir fiyaskodan ibaret olduğu ortaya çıktı: TSK mensupları bu kez de, MSB’nin kabul ve beyan etmek zorunda kaldığına göre toplam 12, HPG’ye göre toplam 36 -Gare’de 27, Hakurk’ta 9- kayıp vermişlerdi.
Ne için?
MSB, “Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 51’inci maddesinden doğan meşru müdafaa haklarımız” için diyor. Bakalım Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın 51. Maddesi ne diyor: “Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyine bildirilir ve Konseyin işbu Antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez.”
Maddenin mealinden, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda yürüttüğü askeri harekatların, Antlaşmada sözü edilen türden çatışma ve anlaşmazlıklar kapsamında olmadığı anlaşılıyor. 51. Madde, “üye devletler” arasındaki uluslararası çatışmaların devletlere tanıdığı hak ve sorumlukları düzenliyor. Oysa, “Kürt Sorunu” bağlamında Türkiye’de ortaya çıkan çatışma, devletler arası bir çatışma değil. Ankara hiçbir devletle çatışmadığı gibi, “PKK ile çatışma”yı bir “savaş” olarak nitelemekten de sistematik olarak kaçınıyor. Buna karşılık, PKK’yi “terörist” olarak niteliyor ve aldığı önlemleri “terörle mücadele” kapsamında bir “iç ihtilaf” olarak tanımlıyor. Kaldı ki, Birleşmiş Milletler’in 2610 (2021) sayılı kararıyla düzenlenen ve en son 14 Kasım 2023’te güncellenen listesinde ülkeleri yaptırım uygulamaya çağrıldığı 256 birey ve 89 topluluk arasında PKK adı geçmiyor bile.
Şu halde, TSK’nin fiyaskoyla sonuçlanan son harekatlarının BM Antlaşması’nın 51. Maddesi’nde ifadesini bulan türden bir “meşru müdafaa” ile gerekçelendirilmesine olanak yok. Elbette, egemen devlet tarihen haklı ya da haksız olduğundan bağımsız olarak süregiden silahlı başkaldırıyı “iç hukuk”ta kendi “şiddet tekeli”ne bir meydan okuma olarak görecek ve “düzeni tesis” maksadıyla elindeki araçları seferber etme yetkisini kullanmaya girişecektir. Zaten 1984’ten bu yana bu düzlemdeyiz.
Bizzat bu “terörle mücadele” pratiğinin bile gösterdiği gibi Türkiye’de süre giden çatışma “harici” bir mesele değil. İsyancılar Türkiye’ye sınır aşarak gelmediler. Türkiye, Irak, İran veya Suriye’den veya bu devletlerin hakimiyeti altındaki tarihsel Kürdistan’dan kendisine yönelen bir askeri tehdit altında değildir. Sırf bu nedenle dahi Ankara, tarihsel olarak Kürt yurttaşlarının hak ve hukukunu temin edememiş olmaktan doğan “iç ihtilafı” ters yüz edemez, “dışarıdan” Türkiye’ye yönelmiş bir “tecavüz” olarak niteleyemez. Bu niteleme, hakimiyeti altındaki topraklarda yurttaşlarıyla arasında patlak vermiş olan silahlı çatışmadaki tutumunu mazur göstermek maksadıyla Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın “meşru müdafaa” hükümleri kapsamında “silahlı saldırı”ya uğradığını iddiasına sığınmak, esasen Erdoğan rejiminin aczinin uluslararası kamuoyu önünde itirafından başka bir anlama gelmez.
Yalnızca harekatın hedef aldığı bölgelerin bulunduğu yerler ve adları bile Ankara’nın “meşru müdafaa” anlatısının dünyayı sersem yerine koymaya kalktığı bir masaldan ibaret olduğunun utanç verici örnekleri olabilir ancak. “Pençe harekatları” dizisinin her birinin açığa vurduğu çıplak gerçek, TSK muharip birliklerinin Kürdistan Bölgesel Yönetimi arazisinde, tıpkı Kuzey Suriye’deki gibi dil ve kültürüne yabancı oldukları bir coğrafyada ne iç hukukta, ne uluslararası hukukta karşılığı olan, Irak ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin arzu ve iradesini hiçe sayan bir işgal harekatı sürdürmekte olduğudur. Bu harekatların, aktüel bir saldırı ya da tehditle hiçbir ilgisi yoktur. Bu harekatların sebebi hikmeti Ankara’ya hâkim olan irredantist ve ırkçı zihniyetin Irak, İran ve Suriye’de de Türkiye’de olduğu gibi yükselen Kürt uyanışına beslediği irrasyonel düşmanlıktır. Bu düşmanlığın sözüm ona bir “önleyici savaş” kapsamında Türk ırkçılığının hizmetine sunuluşudur.
Yeni Şafak gazetesinde Mehmet Acet 10 Ekim 2016’da yazdığı yazıda Erdoğan’ın kabine toplantısında bakanlarla paylaştığı 15 Temmuz sonrası gelecek tahayyüllünü şöyle aktarıyordu: “Arkadaşlar, Türkiye artık bu noktada kalamaz. Statüko bir şekilde değişecek. Ya ileri hamlelerle atılım yapıp kazanacağız. Ya da küçülmeye mahkum olacağız. Ben kendi adıma ileri hamleler yapmaya kararlıyım.”
Aynı Erdoğan, dört yıl sonra, 29 Ekim 2020’de AKP milletvekillerine Suriye üzerinden fetih planlarını açıklarken de şöyle diyordu: “[…] Bugün Kamışlı’da, Resulayn’da, Tel Abyad’da, Aynelarab’da, Cerablus’ta, Münbiç’te, El Bab’da, İdlib’de vermediğimiz savaşı, Allah göstermesin yarın Şırnak’ta, Mardin’de, Şanlıurfa’da, Gaziantep’te, Hatay’da vermek zorunda kalırız. Çünkü karşımızdaki senaryonun asıl hedefi Suriye değil, Türkiye’dir. Suriye’de istediklerini alanlar namluları hemen Türkiye’ye çevirecektir. Bugün Suriye’yi fiilen üçe bölenlerin, Türkiye’nin bütünlüğüne saygı göstereceğini düşünmek gafletten öte bir durumdur.”
Ankara’yı yöneten akıldan gayrî müsellah fetihçi koalisyon için, “ortadan kaldırılması zorunlu bir güvenlik meselesine” indirgedikleri “Kürt Sorunu” yalnızca yeni egemenlik sahalarına ulaşma ve vekil rejimler ve topluluklar eliyle başkalarının toprağına asker sokma ve bayrak gösterme bahanesidir.
Türkiye için Kürtlerin oluşturduğu bir “güvenlik” sorunu yoktur ve olsa bile güvenlikçi politikalarla kuzey Kürdistan’ı bile çekip çeviremeyenlerin uygulamaya soktukları “önleyici savaş” stratejisiyle Güney, Batı ve Doğu Kürdistan’ı fethederek Türkiye’yi “güvenli” sınırlara ulaştırma hayalleri, ancak umarsız ırkçı ergenleri oyalayabilecek kadar inandırıcı olabilir.
Asıl tuhaf olan, Türkiye’nin savunma ve güvenliğinden sorumlu uzman ve yöneticilerin Hulusi Akar-Hakan Fidan kumpanyasının Tayyip Erdoğan himayesinde sergiledikleri bu hokkabazlığın eseri olan genç tabutlar resmi geçidini kuzuların sessizliği içinde izlemeye devam etmeleri… Nasıl olsa bu stratejinin hizmetine koşulan eratın “paralı asker” olduğuna o kadar güvenmeseler kendileri ve memleket için daha iyi olurdu. O askerlerin de, onların uçurumlardan attıkları, boyunlarını vurdukları Kürt gençlerin de anne ve babaları var…