Rojbîn Perişan’ın ‘Kırık Taşlar’ adlı romanı bir dönemi yalın bir dille anlatmakla kalmıyor, gerçekçi olaylar örgüsüyle insanı 90’lı ve 2000’li yılların çetin, bir o kadar da güzel yıllarına götürüyor
Serdar Altan
“Tehlikeli ve ürkütücü zamanlar. Çocukların çocuk gibi büyüyemediği yıllar. Yokluğun, sefaletin, acı ve ölümün her şeyi çepeçevre sardığı bir kıyı kentinin karanlık sokakları. Yedi-sekiz yaşlarında, ama kendilerinden önceki nesillerin de yükünü sırtlamış bir grup çocuğun iç burkan hikâyesi. Kendilerini hiçbir zaman küçük birer çocuk gibi görmeden büyüseler ve yazgı her birini karakterlerine özgü çile ve ıstıraplarla yoğursa da iyileştirici bir yanı bulunmayan zamana karşı yine de hayata gülümseyerek tutunmaya çalışan hassas ruhlu varlıklar onlar. Halden anlamaz ebeveynleri, lime lime hayatları, tozlu ve çamurlu sokakları, sıvasız evleri, yıkık dökük, derme çatma düşleri var, ne gam! Onlar gülmeyi ve umut etmeyi biliyor, dünyanın bütün dertleri ve acıları koştukları sokaklara yağsa ve akıntı onları hayatın dışına, hayallerinin uzağına, çaresizliğin hükümran kıyılarına sürüklese de…”
Romanın arka kapak tanıtımındaki bu anlatım kitabın ana fikrini özetler nitelikte. “Kırık Taşlar” romanı, Rojbîn Perişan’ın son kitabı. 2021 yılının Kasım ayında Aram Yayınları tarafından basımı gerçekleştirilen kitap, kısa sürede hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine ulaştı ve beğenilen eserler arasında yerini aldı. Bir Akdeniz kentinde yaşam mücadelesi veren bir Kürt ailenin yaşamı etrafında şekillenen hikayenin ayrıntılarına geçmeden önce kitabın yazarı Rojbîn Perişan’ı kısaca tanıyalım.
30 yıla sığdırılan eserleri
Rojbîn Perişan, 1973 yılında Amed’in Lice ilçesinde dünyaya geldi. Siirt Eğitim Fakültesi’nde okuyan Perişan, aynı süreçte politik faaliyetler içinde yer aldı. 1992 yılının Ekim ayında yakalandı ve uzun süren yargılamalar sonucunda müebbet hapis cezasına çarptırıldı. 19 yaşındayken tutuklanan ve 30 yıl kesintisiz cezaevi yatan Perişan, 2022 yılının sonlarında tahliye oldu.
Perişan, şiir, öykü ve roman başta olmak üzere edebiyatın değişik alanlarında başarılı eserler verdi. Hüseyin Çelebi ve İsmet Bayhan şiir ve öykü ödüllerinin de sahibi olan Perişan, daha önce “Saçlar ve Gölgeler” (öykü), “Gözyaşımın Ağıtıydı Seni Beklemek” (roman), “Bakır Sesli Kadınlar” (roman) ve “Toprağın Şarkısı” (roman) adlı eserleri yayımlandı.
‘Sustum ve ağlamadım…’
“Ben doğduğumda ailemin veliaht umudu bir kez daha suya düşmüştü. Annemin yeniden gebe kalışına dek, veliahtlığı çekici kılacak hiçbir şeye sahip olmadığı halde ailem, yine de erkek soyunun gen haritasını taşıyacak bir oğula sahip olmayı milli sorundan aşağı görmüyordu. Cinsiyetime karşı ve cinsiyetimin çizdiği kaderi belirleyen ilk büyük haksızlıktı bu. Ve bu haksızlığa gözlerimi açtığım anda gördüğüm asık suratlara tavırsız kalamazdım. Üç gün üç gece boyunca aralıksız ağladım. Annem bunun en yakın şahidi. Mosmor olana dek ağlayıp birden sustum. Bir daha ağlamadım. (…)”
Bu sözlerle başlıyor Dilarîn’in hikâyesi. Amedli bir ailenin beş kız çocuğundan en küçüğü olan Dilarîn, tıpkı başladığı gibi aynı yalınlıkla anlatmaya devam ediyor; hem ailesinin zorlu yaşam hikâyesini, hem de adının nasıl ortaya çıktığını: “(…) Köylerinin yakılıp, yıkılmasından sonra ömürlerini küle dönüştüren ailem, Akdeniz’in yoksul ve umuttan bihaber olan eklentisine ilişmekte çare bulmuştu. O yangının ve külün hatırası olarak adımı ‘yüreği ateş yeri; yangın yeri’ anlamına gelen Dilarîn koymuşlar. Adımın tarihsel arka planında yatan dehşetli gerçeği, sonraları büyük ablamdan öğrenmiştim. Yeni doğmuş bir bebeğe yüzyıllık bir zulmün ağırlığını yüklemek ancak ailemin işi olabilirdi.(…)”
Göç eden bir aile
Göçten sonra deniz kıyısındaki kentin narenciye bahçeleriyle çevrili naylondan yapma derme çatma çadırlarda yaşama tutunmaya çalışan Dilarîn’in ailesi, bu çadırlardan kurtulduktan sonra kentin varoş semtlerinden bir gecekondu mahallesini yaşam alanı olarak belirliyor. Her ne kadar kitapta adı geçmese de hikâyenin geçtiği kentin Mersin olduğunu tahmin ediyoruz. O Mersin ki 90’lı yıllarla birlikte Kürtlerin yoğun göçü sonucu bir Kürt şehrine dönüşen Akdeniz’in nadide kenti.
90’lı yılların sonu 2000’li yılların başına tekabül eden hikâye anlatısı, Dilarîn’in ailesiyle birlikte zorlu yaşamını ele alıyor. Bir yandan yurtsever ancak toplumsal gerilikleri bünyesinde barındıran aile gerçekliği, bir yandan verilen yaşam mücadelesi, öte taraftan her şeye rağmen devlet zulmüne karşı gösterilen direniş. Tüm bunlar yazarın alabildiğine sadelikte anlatımıyla karşımıza çıkıyor.
Dilarîn’in ‘taş’la tanışması
Ablaları Gülistan, Yıldız, Berivan, Gurbet ile kuzenleri Aziz, Azad, Sefkan ve Hasan’la birlikte yaşamı öğrenme ve büyüme azmi içerisinde olan Dilarîn, daha sonra yani okula başlamasıyla birlikte yeni arkadaşlıklar da ediniyor. Tabi yeni düşmanlar da…
Böylece “taş”la tanışıyor Dilarîn. Kimi zaman toplumsal gösterilerde polis araçlarına atılan, kimi zaman düşman safta yer alan işbirlikçi ailelerin çocuklarına gözdağı veren, kimi zaman çocuklara kötü davranan veya taciz eden öğretmenin kafasını yaran, kimi zaman da ablalarını veya kuzenlerini zor duruma düşüren kötü niyetli insanların gözünü çıkaran taşlar. Dilarîn’in yanından hiç ayırmadığı silahı, zamanla daha da anlam kazanan “Kırık Taşlar.”
Dilarîn büyüdükçe yaşamın zorlukları da büyüyor elbet. Aile içerisinde yaşanan çelişkiler-çatışmalar, dışarıda var olan zorluklar, ailesinin/halkının bu durumda oluşunun müsebbibi devletle mücadele, karşı karşıya kalınan bir halk gerçekliği; sevinçler, coşkular, aşk, isyan ve düş kırıklıkları…
Ülkeye dönüş özlemi
Tüm bu yaşanmışlıklarla ülkesinden uzak sürgün bir kentin mehkûm sakiniyse de; pek de bilmediği, anlatımlardan ve büyüdükçe farkına vardığı, tanıdığı ülkesine dönüş özlemini hep muhafaza eder. Zırhlı araca taş atarken, Newrozlarda coşkuyla slogan atarken, zalime parmak sallarken tanımaya başlar ülkesini. Siyasal sürecin hâkim atmosferinde şekillenir yeni yaşamları ve artık daha fazla kaldıramayacağını bilir yad elleri. Belki halasının oğlu Metin’in arkadaşı Akif ve ablası Berivan gibi dağların yolunu tutamaz ama tüm olgunlaşmış bilinciyle ve üniversiteyi bitirmiş yurtsever, bilinçli bir genç kadın olarak nihayetinde döner ülkesine. Bu dönüş aynı zamanda yakılıp yıkılan köyünü yeniden inşa etmenin bir adımıdır. Birçok hayal kırıklığı yaşasa da bu hayalini gerçekleştirecektir Dilarîn. Hem de o cebinden hiç çıkarmadığı “Kırık Taşlar”la atacaktır köye inşa edeceği evin ilk temelini.
Kürt çocuğunun hikâyesi
“Kırık Taşlar” her ne kadar dik başlı, direngen ve isyankâr Dilarîn’in hikâyesi olarak karşımıza çıksa da bu hikâye aynı zamanda savaş gerçekliğini iliklerine kadar yaşayan her bir Kürt çocuğunun hikâyesi. Gerek kurgusu, gerekse anlatım ve olaylar örgüsü açısından yazarın başarılı bir eseri olarak tanımlayabiliriz bu romanı. Bu açıdan en çarpıcı yan ise 30 yıl boyunca cezaevinde bulunan yazarın görmediği yıllara ait anlatı ve betimlemeleri oldukça başarılı. Bu nedenle içten bir tebriki hak ediyor Rojbîn Perişan.
Başladığımız gibi, Dilarîn’in son sözleri ve anlatımıyla bitirelim: “Teyze bunlar ne? diye soran yeğenim Mazlum’a döndüm. Aziz, yeğenimizin önünde çöküp ‘bunlar çocukluğumuzun taşları delikanlı. Teyzenle birlikte büyüdüğümüz mahallenin taşları.’ dedi. Kalktı, gözleri uzak bir geçmişe dalmışçasına, ‘çocukluğumuzun eşsiz zamanlarından, bizim henüz mutlu ve saf olduğumuz zamanlardan kalma, bir parça bu evin temelinde uykuya dalsın istedim. Madem taşlardan bir ev yapacaksın…’ Sustu, devamını getiremedi. Bu kez ben çantadan bir taş çıkardım. Uzun zamandır yanımda taşıdığım bir taştı. Eski zamanlardan kalma… (…) Köydeki eviminiz temeline taşları yerleştirirken, yüzüm ilkbahar güneşinin ışıklarıyla yanıyordu. Vatansızlığın kıyıcı sınırlarında sığındığım, varlığını yeniden yaratıp yeniden yıktığım bir yurt olmuştu taşlar. Şimdi ise o taşlardan bir ülke yaratacaktım. Kendi ülkemi…”