Hikâyesini kaybetmiş yalnızlar kervanı geçiyor her yerde ama sanki hiçbir yerdeler. İnsanını kaybetmiş hikayeler de dolaşıyor her yerde ama sesi yok, sözü sadece anımsanan bir fısıltı. İnsan elde olanı yitiriyor, elde ettiğiyle avunamıyor ve bir ömür peşinden gidiyor tekrar bulmak, kendisine varmak için. Böyle de geçebiliyor hayat, geçiyor da ve her şeye gecikerek.
Yarım kalan hayatlar, anlatılması bile düşünülmeyen yaşamlar, eksik bırakılmış dünyalar, hepsini yazmakla yeniden yok etmek, bir bir dile getirmekle yeniden düşünmek. Geri dönüp bakıldığında ne çok şey görünür ve gözden kaybolur. Tek tek düşünürken, tek tek düşürmek de cabası. Sonra aramakla başlayan ömürlük bir yol.
Hayat, kendinden harf düşüren bir şeydir. Sonra başka şekilde okunup duyulan bir başka şeye dönüşendir. Hasret bir hüznün gölgesinde, sevmek bir ızdırabın renginde, umut etmek henüz gelmemiş günün dibinde bir yerde. İnsan ve hayat arasında, insan ve insan arasında kaydı olmayan anlaşmalar ve anlaşamamalar gırla geçip gidiyor. İnsanlığın büyük mirası deniliyor, zamanın insafı diye de okunuyor.
İnsanın sessizce kırılan yerleri gürültüyle kıyaslanıyor başka başka yerleriyle. Onulmaz yaralar, acı veren hatıralar, kahreden unutmalar sıralanıyor bir bir. Her şeyin bir ikilemde heba edilmesi, insanın bir sarkaç gibi bir oraya bir buraya savrulması, sıradan artık. İnsanın kendi sessizliğinden uzaklaşması, başkalarının sesinde kendini araması mecburi artık.
İnsanın aradığından vazgeçmesi, aradığının tekrar belirmesi aynı manzaraya baktırır insanı. Her daim var olan, yok olsa da varlığının bir oyuğu kalır geride. İnsan bakar ve görmek istediğini görür o yerde. Gitmek ya da yokluk kimin efsanesiydi ki? Belki de bir yalandı ve herkes gerçek olmasını istedi diye gerçeğimiz olarak kaldı. Kim bilir ki insanı ve insanın insana yaptığını en sarih bir dille kim anlatabilir?
Çok uzaklardan duyulan bir ses bir gün insanın aradığı en amansız heves olabilir. Dünya zaten ihtimallerin hatırı için dönmekten bıkmazmış. Gelenlerin ve gidenlerin bıraktıkları, düşürdükleri, düşledikleri hepsi bizimle oldukça kim nerede kendi kendine ve kendi sesinde? Evet, insan hep bir ses ve görüş ile kuşatılandır, kuşkusu da bundandır.
Yeryüzünü ıslatan yağmur, örten kar, titreten rüzgâr, insan bunlarla kendine bahaneler hatta iftiralar bulabilir; korkular da devşirilir, cesaret de addedilir. İnsan dünyadan çok şey öğrenendir, sonra da öğrendiklerini dünyaya karşı kullanabilendir. Zaten denilmiştir, insan dünyaya isim bulup seslendiğinde ondan kaçabilmiş, sonra da dünyanın içine girebilmiştir.
Hayıflandığımız ve hayıflanmada geciktiğimiz o kadar çok şey var ki ve bıraktık ki artık hepsi başka hayatların mezarlığında sanki. Kuşku bir kurşun gibi, kusur bir yara izi gibi, yaşamak bir leke gibi. Artık her şeye benzeyen ve benzetilen bu hayata biz de benzetildik ve benzedik. Sahi, dünya ve hayat insandan, insan da dünya ve hayatın kovuğundan kovulandı değil mi?
Sorularla başlayan arayış meçhul cevapların girdabında sürüklenirken yaşamak diye bir teselli elde avuçta kalandı. Kanan insan, kanayan insan olmaya evrildi. Değişmek buydu, değiştirememek buralara götürendi. Hâlâ da aynı yerde aynı hikayeye ses aramaktayız, kendimiz de aranırken…
Haftanın kitap önerisi: Albert Camus, Sisifos Söyleni / Çeviren: Tahsin Yücel, Can Yayınları