Bu yazının yazıldığı gün, 19 Aralık 2000 tarihinde meydana gelen ve cezaevlerinde büyük bir zulme neden olan katliamın yıl dönümü.
İnsan hakları savunucuları olarak devletin cezaevlerinde izolâsyon tecrit sistemine geçme kararını almasıyla birlikte bu konuda büyük bir mücadele başlattık. Öyle bir mücadeleydi ki birçok sivil toplum örgütü ve muhalif siyasi parti bir araya gelerek her gün eylem örgütlüyorduk, her gün sokaklarda cezaevlerinde izolâsyon sistemine karşı tavrımızı dile getiriyorduk. Bu eylemlerimiz sürekli olarak polisin saldırılarıyla sonuçlanıyordu. Hepimiz gözaltına alınıyorduk. Serbest bırakıldıktan sonra ertesi gün tekrar sokaklarda cezaevleriyle ilgili eylemlere devam ediyorduk. Bir taraftan da cezaevlerindeki mahpusları ziyaret edip onların bu konudaki görüşlerini alıyor, endişelerini dinliyorduk.
Aslında kamuoyunun büyük bir bölümü cezaevleri ile ilgili olan eylemlere tepki göstermeye ilgi göstermeye başlamış cezaevlerinde olan hak ihlalleri ve tecrit sistemine geçiş politikası sınıfsal olarak da kabul görmüş, mücadeleye toplumun çok büyük bir bölümü katılmaya başlamıştı.
Hepimiz büyük bir saldırının geleceğinden endişe ediyorduk. Korkuyorduk…
Çünkü biliyorduk, bir yıl önce Ulucanlar Cezaevi’nde yine bir saldırı olmuş ve on mahpus yaşamını yitirmişti. Yine Burdur Cezaevi’nde devlet operasyonu sonucunda Veli Saçılık’ın kolu kopmuştu. Bütün cezaevlerinde çok büyük bir endişe vardı. Ulucanlar Cezaevi aslında bir örnek teşkil ediyordu.
Sürece karşı duyarlı olan aydınlar ve sivil toplum örgütleri, o dönemin Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk’le görüşmeler yapıyordu. 9 Aralık 2000 günü Hikmet Sami Türk görüşmelerin devam ettiğini ve bu görüşmeler sonuçlanmadan hiçbir girişimde bulunulmayacağı garantisini vermişti. Ama bizler bunun gerçek bir garanti olmadığını da çok yakından biliyorduk.
Aileler her gün İnsan Hakları Derneği’ne geliyordu. Cezaevlerinde açlık grevleri vardı ve çocuklarının hayatından büyük endişe duyarak bize “ne olur yardım edin” diye talepte bulunuyorlardı. Bizler hem her gün sokaklarda eylemlere katılıyor, hem de hemen hemen her gün Bayrampaşa Cezaevi’nin önüne sabah erken saatlerde giderek adeta orada nöbet tutuyorduk. Hepimiz gelecek korkunç saldırının beklentisi içindeydik.
13 Aralık 2000 tarihinde RTÜK cezaevleri ile ilgili haber yapılmasını yasakladı, 17 Aralık’ta da Devlet Güvenlik Mahkemeleri F tipi cezaevlerini eleştirmenin -örgüt üyeliği- anlamına geleceğine ilişkin bir karar verdi.
Artık sona yaklaşmıştık, evet… Ve son gerçekleşti 19 Aralık 2000 günü sabaha karşı 20 cezaevinde birden, devlet tüm gücüyle cezaevlerinde ki mahpuslara saldırdı. Maalesef ki otuz mahpus iki infaz koruma görevlisi, otuz iki insan yaşamını yitirdi. Bu saldırıda kimyasal yakıcı maddeler, ağır silahlar, iş makineleri, helikopterler, gaz bombaları kullanıldı, duvarlar yıkıldı, insanlar parçalandı.
Ve devlet bu operasyona, bu kadar insanın canını kaybettiği operasyona “hayata dönüş operasyonu” adını verecek kadar küçüldü. O dönemin genelkurmay yetkilileri, Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli bu büyük katliamın ilk sorumlularıydılar. Bizler insan hakları savunucuları olarak bir taraftan Adli Tıp’ta teşhis işlemlerine gidiyor, bir taraftan İnsan Hakları Derneği’nde aileleri teskin etmeye çalışıyorduk.
Müvekkilim de olan Rıza Poyraz’ın ailesinin yaşadıklarını hiçbir zaman unutmuyorum. Rıza’nın Ümraniye Cezaevi’nde yaralandığı bilgisi geldi. Hastaneye gittiğimizde annesi Elif abla, çok kötü durumdaydı, çocuğundan gelecek en küçük bir haberi bekliyordu. Doktorlarla konuştuğumuzda Rıza’nın durumunun çok ağır olduğunu bize söylediler. Çıkışta Elif ablaya Moral vermeye çalıştık, “iyileşecek Rıza, merak etme” dedik. Bir iki gün sonra Rıza’nın ölüm haberi geldi. Adli Tıp’a gidiyorduk. Elif abla hala Rıza’nın başka bir hastaneye götürüldüğünü düşünüyor, çocuğunu görmeyi umut ediyordu. Rıza’nın teşhis işlemlerini yaptıktan sonra Elif ablaya bunu söylemenin ne kadar zor olduğunu hiçbir zaman unutmayacağım.
Birçok anne baba o kadar çok acı çektiler ki. Maalesef ki 19 Aralık cezaevleri katliamının hesabı da diğer katliamlarda olduğu gibi verilmedi. Elif abla da çocuğunun katillerinin cezalandırıldığını göremeden kanser olup yaşamını yitirdi.
Aslında 19 Aralık cezaevi katliamı cezaevlerine yönelik katliamların bir devamıydı. 1994 yılında Diyarbakır Cezaevi’nde on bir insanın kafaları demir çubuklarla parçalanarak öldürüldüğünü hiçbir zaman unutmadık. Ulucanlar Cezaevi ve 19 Aralık 2000’de 20 cezaevinde birden, birçok can gitti. Türkiye Cumhuriyeti devleti yargısı, her zaman olduğu gibi yine hukuku, katliamın bir örtüsü olarak değerlendirdi ve hiçbir katliamdan kimse ceza almadı.
19 Aralık 2000 katliamında yaşamlarını yitiren tüm mahpusları sevgi ile anıyoruz.