Erivan Radyosu’nda eski ve zevkli bir Sovyet şakası vardır: Bir dinleyici sorar: “Rabinoviç’in piyangoda bir araba kazandığı doğru mu?” Radyo yanıt verir: “Evet. Doğru. Ama bu yeni bir araba değil, eski bir bisiklet. Ayrıca bunu kazanmadı, çaldırdı.” Doğumundan 200 yıl sonra bugün Marx’ın öğretisininkiyle aynı akıbet değil mi?
Radyo Erivan’a soralım: “Marx hala güncel mi?” yanıtı tahmin edebiliriz, “Evet”tir. Bir buçuk yüzyıl sonra doruğa ulaşan kapitalist dinamiğin çılgın dansını olağanüstü şekilde betimlemiştir, ama…
Gérald A.Cohen[1], klasik Marksist emekçi sınıf kavramının dört özelliğini saymıştır:
- Toplumun çoğunluğunu oluşturur.
- Toplumun zenginliğini üretir.
- Toplumun sömürülen üyelerinden oluşur.
- Üyeler toplumda gereksinme içinde olanlardır.
Bu dört özellik diğer iki özelliği yaratırlar:
- Emekçi sınıfın kaybedecek bir şeyi yoktur.
- Toplumun devrimci dönüşümüne katılabilir ve katılacaktır.
İlk dört özellikten hiçbiri bugünkü emekçi sınıfa uygulanamaz. Dolayısıyla 5. ve 6. özelliğe de yol açamaz. (Kimi özellikler bugünkü toplumun kimi kısımlarına uygulanmaya devam ediyorsa da, tek bir öznede birleşmemişlerdir ve gereksinme içinde olan insanlar artık emekçiler değillerdir…)
Marksizm’in tarihsel çıkmazı sadece kapitalizmin son bunalımının perspektifine bel bağlamasından değil ama kapitalizmin her bunalımda nasıl güçleneceğini kavrayamamasıdır. Wolfgang Streeck tarafından açıkça betimlenen Marksizm’in klasik külliyatında çok daha trajik bir işleyiş hatası vardır. Kapitalizmin “son bunalımı” konusunda Marksizm haklıdır, bunalıma bugün açıkça giriyoruz. Ama bu bunalım, parçalanmayı olumlu bir değişime yönlendirmek ve bunu daha üst bir toplumsal örgütlenmeye dönüştürmek için, görünürde kolay bir Hegelci “aufhebung” ve özne olmaksızın, bölünme ve parçalanmanın uzayan bir sürecidir.
Tarihsel dönem olarak kapitalizm sadece yeni ve daha iyi bir toplum görünürde olduğunda ve devrimci bir özne insanlığın ilerlemesi için bunu uyguladığında sona erecektir demek Marksist ya da modernist bir önyargıdır. Bu da ortak kaderimiz üzerinde bir politik kontrol öngörür ki küreselleşmiş neoliberal devrimde kolektif eylemin parçalanmasından sonra ne ortak geleceğimizi düşleyebiliriz ne de umudunu.[2]
Marx’ın soyutlaması
Marx’ın görüşü son bunalıma yavaş yavaş yaklaşan bir toplumdur ve burada toplumsal yaşamın karmaşıklığı kapitalistler ve işçi çoğunluk arasındaki karşıtlıkla basitleştirilmiştir. Bununla birlikte, XX. yüzyılın komünist devrimlerine hızlı bir bakış bu basitleşmenin hiç var olmadığını, radikal komünist hareketlerin öncü bir azınlık olarak oluşmak zorunda kaldığını göstermiştir. Hegemonya için ise, dar bir fırsat penceresi (genelde savaş) sunan bunalımı sabırla beklemek zorunda kaldılar. Böyle anlarda, otantik bir öncü o zamandan yararlanabilir, insanları harekete geçirebilir (gerçek çoğunluk olmasa da) ve nöbeti devralır. Komünistler dogmatik olmayan en yüksek noktada oldular ve bir diğer sorunla karıştırdılar: Toprak ve barış (Rusya), ulusal kurtuluş ve yolsuzluğa karşı birlik (Çin)… Seferberliğin yakında biteceğinin ve iktidarda kalmak için iktidar aygıtını hazırlamak gerektiğinin bilincindeydiler. (Köylüleri açıkça ikincil müttefik olarak ele alan Ekim Devrimi’nin aksine Çin Devrimi işçi devrimi olduğunu bile iddia etmiyordu ve temel olarak doğrudan köylülere sesleniyordu.)
İşçi sınıfının yerine neyi koymalı?
Batı Marksizm’inin (ya da doğrudan Marksizm’in) sorunu devrimci öznenin yokluğudur: Nasıl olmaktadır da işçi sınıfı kendinde sınıftan kendisi için sınıfa geçişi gerçekleştirememektedir ve devrimci bir özne olamamaktadır? Bu sorun psikanalize referansının gerçek nedenini sağlamıştır ve işçi sınıfının varlığında yazılı (toplumsal durum) sınıf bilincinin yükselmesini engelleyen bilinçaltı kösnül düzenekleri açıklamak için psikanaliz dile getirilmiştir. Bu şekilde, Marksist sosyoekonomik çözümlemenin gerçeği kurtarılır. Orta sınıfın yükselişiyle ilgili revizyonist kuramları haklı çıkarmanın da yeri yoktur. Aynı nedenle, batılı Marksizm sürekli olarak devrimci rolü oynayacak başka toplumsal özne arayışı içinde oldu; elde olmayan işçi sınıfının yerini alacak ikincil sınıfları aradı: Üçüncü dünyanın köylüleri, öğrenciler, aydınlar, dışlanmış marjinaller. Bu düşüncenin son değişik biçimi göçmenlerle ilgilidir ama sadece çok sayıda bir göçmen akımı Avrupa radikal solunu yeniden canlandırabilir. Bu düşünce edepsiz ve siniktir. Böyle bir gelişme göçmen karşıtı hareketlere sertlik vereceğini bildiği halde, bu düşüncenin saçma görünüşü, devrimi ikame ve yerinden edilmiş bir özneyle elde etmek için kaybolan işçilerin boşluğunu dışardan ithal etmek olacaktır.
Devrimci özne olarak işçi sınıfının başarısızlığı Bolşevik Devrimi’nin de kalbindedir. Lenin’in sanatı hayal kırıklığına uğramış köylülerin “öfke potansiyelini”(Sloterdijk) ortaya çıkarmasıdır. Ekim Devrimi köylü çoğunluğa seslenen, radikal hoşnutsuzlukların kısa anını yakalayan “toprak ve barış” sloganı sayesinde kazanmıştır. Lenin 1917 yılından on yıl kadar önce bu yönde düşünüyordu. Bu nedenle, bağımsız yeni bir köylü sınıfı yaratmak isteyen Piotr Stolypin’in tarım reformlarının başarısının perspektifiyle dehşete düşmüştü. Şöyle yazar: “Eğer Stolypin başarırsa, bir devrim fırsatı gelecek yıllar için kaybedilir.”
Küba’dan Yugoslavya’ya kadar başarılı olan tüm devrimler bu modeli izler ve hassas, aşırı bir durumda olmanın fırsatını yakalar ve ulusal kurtuluşla ya da diğer “öfke sermayeleriyle” işbirliği yapar. Tabii ki, hegemonya mantığının taraftarı olan biri bunun devrimin “normal” mantığı olduğuna ve “kritik kitleye” ancak ve ancak daima radikal bir şekilde rastlantısal ve bir dizi özgün ve biricik duruma bağlı olan, çok sayıda talep arasındaki bir dizi denkleşmenin gerçekleşmesi yoluyla ulaşıldığına dikkat çekecektir. Devrim asla tüm çelişkiler büyük bir çelişkide çöktüğünde meydana gelmez, güçlerini sinerjik olarak bir araya getirdiklerinde meydana gelir.
Fırsat penceresini yakalamak
Devrimin ortada tarih olmadığı için, tarih açık ve olumsal bir süreç olduğu için artık tarihin trenini yasalarına uygun biçimde izlemediğini söylemek kifayetsizdir; sorun farklıdır: Sanki tarihin bir yasası, tarihsel gelişmenin az çok berrak ağır basan belli başlı bir çizgisi vardır da devrim sadece çatlaklarda, “akıntıya karşı” gerçekleşmektedir.
Sunulan fırsat penceresini yakalamak, o anda sokakta bulunan iktidarı almak fırsatını yakalamak için sistemin çalışmadığında ya da çöktüğünde devrimciler sabırlı olarak bu anı (ki bu an genelde çok kısadır) beklemelidir ve iktidar alınmalıdır, sonra da iktidarı güçlendirmelidirler, baskıcı aygıtlar oluşturmalıdır vs.; karışıklık dönemi geçtikten sonra, yeni rejimle uyanan ve düş kırıklığına uğrayan ve pozisyonları kök salmış çoğunluktan kurtulmanın çok geç olmaması için…
Komünistler halk hareketini durdurmak için uygun zamanı titizlikle hesap etmişlerdir. Bir ütopya arayışından unsurlar içeren Çin Kültür Devrimi vakasını ele alalım: Sonunda, hareketlenme Mao’nun kendisi tarafından bloke edilmeden önce (çünkü tüm gücünü yerleştirme ve nomenklaturanın zirvesinden kurtulma amacına ulaşmıştı) Şangay Komünü gerçekleşti. Resmi sloganları ciddiye alan bir milyon emekçi Devlet’in ilgasını ve hatta Parti’nin kendisinin ilgasını ve toplumun doğrudan ortak örgütlenmesini ister. İşte tam bu anda, Mao orduya müdahale etmesini ve düzeni sağlamasını ister. Paradoks şudur: Kişisel iktidarını uygulamayı deneyerek bir yöneticinin denetimsiz bir hareketi başlatmasıdır; aşırı diktatörlüğün ve yığınların aşırı özgürleşmesinin üst üste gelmesi.
Marx haksız değildi ama…
Marx’ın ekonomi politik eleştirisinin küreselleşmiş kapitalizm dönemine uygunluğu sorunu diyalektik şekilde çözülmelidir: Sadece Marx’ın ekonomi politik eleştirisi değil kapitalist dinamiklere ilişkin genel hatlar da hala güncel midir; ama daha ileriye gitmek zorundayız; Hegel’ci deyimlerle, bugünün küresel kapitalizminin gerçekliği kavramla karşılaşmalıdır. Bununla birlikte, burada haklı olarak bir diyalektik tersinme devreye girer: Bu belirgin anda, sınır ortaya çıkmalıdır, zafer anı bozgunun anıdır. Dışsal engelleri aştıktan sonra, yeni tehdit içerden gelir ve iç tutarsızlığa işaret eder. Gerçek tümüyle kavrama ulaştığında, bu kavramın kendisi dönüşmelidir. İşte burada diyalektik paradoks yer alır. Marx haksız değildi, çoğu zaman haklıydı ama kendisinin inandığından bile fazla haklıydı.
Peki sonuç ne? Marx’ın belgelerini, fazlası değil geçmişin ilginç bir belgesi olarak silmek mi gerekir? Tamamen diyalektik bir paradoksta, çıkmazların kendisi ve XX. yüzyıl komünizmlerinin başarısızlıkları, Marx’ın görüşünün sınırları üzerine kurulu çıkmazlar aynı zamanda güncelliğinin de tanıklarıdır. Klasik Marksist çözüm başarısız oldu ama sorun sürmekte. Komünizm bir çözümün adı değil ama bir sorunun adı, tüm boyutlarıyla müştereklerin sorunu: yaşamımızın özü olarak doğal varlıklar sorunu, biyogenetik ortak mallarımız sorunu, kültürel ortak mallarımız sorunu -fikri mülkiyet- ve sonuncu fakat bir o kadar da önemlisi, hiç kimsenin dışlanmadığı insanlığın evrensel mekânı olarak müşterekler sorunu. Çözüm ne olursa olsun, bu sorunlarla baş etmek zorundayız.
Sovyet çevirilerinde, Marx’ın Paul Lafargue’a hitaben sarf ettiği “Kesin olan bir şey varsa, o da Marksist olmadığımdır” sözü, “Bu Marksizm ise ben Marksist değilim”e dönüşür. Bu kötü çeviri Marksizm’in akademik bir söyleme dönüştürülüşünü ustaca yakalar. Sovyet Marksizm’inde, Marx’ın kendisi Marksist’tir ve oluşturulmuş Marksizm’in bilgisine katılır; daha sonra Marksizm adını alan öğretiyi yaratmış olduğu gerçeği kaideyi bozmaz. İnkâr edişi, yanlışlıkla “Marksist” ilan edilen kendine özgü kötü bir yoruma ilişkindir. Oysa Marx’ın demek istediği daha radikal bir şeydir: kendi yarattığı öğretisiyle arasında elle tutulur bir ilişkisi olan Marx’la, öğretisini takip eden Marksistler arasında bir mesafe vardır. Bu mesafe Ravelli kardeşlerin ünlü şakasında görülür.
- Emmanuel Ravelli’ye benziyorsunuz.
- Ama ben Emmanuel Ravelli’yim.
- O’na benzemenize şaşırmamalı.
Ravelli olan kişi Ravelli’ye benzemez. Sadece Ravelli’dir. Aynı şekilde, Marx’ın kendisi Marksist değildir, Marksistler arasında bir Marksist değildir. Dizinin dışarıda kalan referans noktasıdır. Diğer Marksistlerin yaptığı O’na başvurmaktır. Marx’a sadık kalmanın tek yolu Marksist olmak değil ama yeni bir şekilde O’na demir atma hareketini yinelemektir.
* Bu metin Slavoj Zizek, Etienne Balibar ve Alain Badiou’nun “Bugün Marx’a başvurmak ne anlama geliyor?” sorusuna yanıt olarak yazdıkları yazının Zizek tarafından kaleme alınan ilk bölümüdür.
Dipnotlar:
[1] G.A.Cohen: If you’re an Egalitarian, How come you’re so rich? Cambridge(Ma), Harvard University Press, 2001.
[2] Wolfgang Streeck: How Will Capitalism end? London, Verso Books, 2016, s.57
[Humanité gazetesindeki Fransızca orijinalinden İsmail Kılınç tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]